Sayfalar

31 Mayıs 2011 Salı

Never Let Me Go

http://www.imdb.com/title/tt1334260/

   Bu yazı söz konusu film hakkında önemli bilgiler içermektedir. Eğer filmi izlemediyseniz okumayınız ama belki okuyabilirsiniz de.

  2011 yılı, başrollerinde Keira Knightley, Carey Mulligan ve Andrew Garfield'ın oynadığı bir Mark Romanek yapımı.

  Sadece organ bağışlaması için yaşatılan insanlar gibi fantastik öğeleri barındıran bir film. Bu filme bilimkurgu da denilebilir mi bilmiyorum ama dramanın dibine vurduğu kesin. 103 dakika boyunca sürekli depresif bir havanın içine sokuyor izleyicileri. Filmin başlarındaki okulda, katı kuralların olduğu normal bir yatılı okul havası var, taa ki yeni gelen öğretmenin çocuklara ve aynı zamanda bizlere geleceklerini anlattığı ana kadar. Yalnız bu bölümde kafama takılan bir şey var: o yaştaki çocukların çok zeki konuşmaları. Taş çatlasın 12-13 yaşlarındaki çocuklar bildiğin yetişkin gibi konuşuyorlar. Bana o yaşta elime kağıt tutuşturup burada yazıldığı şekilde konuş deseler bile zorla konuşurdum herhalde. Bu yüzden biraz konsantrasyonum dağıldı, çocuklar okuldan ayrılana kadar zor toparladım.


  Şimdi şöyle düşünürsek filmde başkalarının dedikleri gibi hatta sadece başkaları için yaşayan, çaresiz, kişiliklerinin gelişmesine izin verilmemiş, hayatlarının sınırları belli olan, sevgilerini göstererek bir kaç yıl daha fazla yaşayabileceklerini sanan insanlar var. Filmi sadece bu açıdan baktığımızda gayet iyi bir drama. Normalde izleyiciye sorular sordurtmak da iyidir, ki bu filmde de soruyoruz. Ama sorduğumuz soru; niye?


  Arkadaş bu insanlar niye kaçmaya çalışmıyorlar, niye bu mal gibi hayatı kabul ediyorlar, niye kimse yardım etmiyor, niye bütün dünya bu olayı kabullenmiş, niye, niye? Şimdi sen gelsen şöyle bir anlatsan şunlar oldu da ondan böyle diye filmin içerisinde kendi mantığı varmış der, konuyu kapatırız. Bir ara çocuklar birilerinin klonu olduğundan söz ediyorlardı. Klonlandıkları için mi böyleler? E madem klonlarken isyan çıkarmalarını falan engelleyebiliyorsunuz bu aşk meşk olaylarını da çıkarın aradan biraz daha fazla yaşamak istemesinler sizin de işiniz kolaylaşmış olur. Eğer bu yüzden de değilse o zaman ne? Açıklasanıza. Böyle sanki bir devam filmiymiş gibi olmuş, olmamış.


  Sonuçta drama yönü gayet iyi olan ancak genel olarak senaryosunda(kitaptan uyarlanma) bazı eksikliklerin bulunduğu bir film olmuş. Belirttiğim olumsuzluklara rağmen -zaten bunları kafaya takmayan birçok insan olacaktır- izlenebilir. Hatta izleyin siz en iyisi :)

29 Mayıs 2011 Pazar

Just Go With It


  Bu yazı söz konusu film hakkında önemli bilgiler içermektedir. Eğer filmi izlemediyseniz okumayınız ama belki okuyabilirsiniz de.

  2011 yapımı, boşrollerinde Adam Sandler, Jennifer Aniston ve Brooklyn Decker'ın olduğu bir Dennis Dugan çalışması.


  Bu baharın vakit geçirmelik, eğlenceli ve klişe filmi. Bu tür filmlerde hayatın anlamını çıkarmaya çalışmayan insanlar için gayet güzel bir film bence. Öyle yerlere yatırarak güldürmese de 2 saat boyunca sıkılmadan yüzünüzde tebessümle izleyebiliyorsunuz. Tabii kuzen Eddie kısımları hariç. O bildiğin güldürüyor insanı. Adam Sandler bildiğimiz gibi, Jennifer Aniston hâlâ çok güzel. Ayrıca filme geçmeden önce Brooklyn Decker'a 'Sen nasıl bir insansın?' demek istiyorum. Evet, şimdi filme geçebiliriz.


  Filmin sonunu henüz 10 dakika izleyerek anlayabiliyorsunuz. O yüzden, dediğim gibi fazla bir şey beklemeden, klişelere hazırlıklı olarak izlediğinizde sıkılmayacağınızı düşünüyorum. Ama, Jennifer Aniston'ın kızı rolündeki kız İngiliz aksanıyla konuşmaya çalışırken o kadar sinir bozucuydu ki filmi tek başına mahvedebilirdi. Nicole Kidman'ın rolü en gıcık karakter olması hedeflenmişken bu kız, birinciliği açık ara ele aldı. Danny ve Palmer tanıştıktan sonra işlerin hobarey diye bu kadar çabuk ilerlemesi garip olmuş biraz. Tanış, hemen yat, Hawaii'ye git ve evlenmeye kalk. Ne güzel kadınsın insan biraz daha bekler. Sonunda da tam evlenecekken Danny'nin vazgeçmesiyle uçakta eşşşek kadar I love Justin kolyesi taşıyan çocuğa ilgi duyması bildiğin ergen psikolojisi. Bu arada o çocuğu da bir yerlerden çıkarıyorum dediydim, Andy Roddick'miş. Filmin en komik yerlerinde ise kuzen Eddie var. Alman aksanıyla konuşmaya çalışması, hareketleri, etrafa yaydığı müthiş looser havası, herşeyiyle güldürdü. Adamın mesleği online koyun satıcılığı ya nasıl güldürmesin? Romantizm açısından baktığımızda Danny ve Katherine'in birbirlerine onca iltifat ettikleri akşam yemeğinden sonra karşılıklı sorular sorarak, duygularını tartmaya çalışmaları çok hoştu. Bu biraz bana en sevdiğim dizilerden Friends'deki Rachel ve Ross ikilisini hatırlattığı için Jennifer Aniston'ın hanesine 10 puan ekliyorum.


  Sonuç olarak Just Go With It, izlemezseniz pek bir şey kaybetmeyeceğiniz ancak izlediğinizde gayet keyifli zaman geçirebileceğiniz bir film. Karar sizin.

26 Mayıs 2011 Perşembe

The Shawshank Redemption

http://www.imdb.com/title/tt0111161/

  Bu yazı söz konusu film hakkında önemli bilgiler içermektedir. Eğer filmi izlemediyseniz okumayınız ama belki okuyabilirsiniz de.

  1994 yapımı, 142 dakikalık bir Frank Darabont filmi. Başrollerinde Tim Robins'in ve Morgan Freeman'ın (bu arada soyad bayağı uyumlu olmuş filmle) yeteneklerini sergilediği yapıt.

  Bu film; bir özgürlüğün, bir insanın hayallerinin peşinden her ne olursa olsun gidebileceğinin hikayesi. Bir insan düşünün ki 20 yıl boyunca ufacık bir çekiçle özgürlük için kendine daracık bir tünel açmaya, zekasıyla hapishanede illegal yollardan para kazanmaya çalışsın ve böylece özgürlüğüne kavuşup, -kısmen- zengin olmayı başarabilsin. İmkansız gibi geliyor ama öyle değilmiş demek ki.


  Filmin başında Andy'nin haksız yere suçlu bulunup cezaevine geldiği an ve geçen bir aylık süre içerisinde yaşadığı ortama uyum sağlamaya çalışması ve bu uyum sürecinde 1 ay boyunca neredeyse tek kelime etmemesi yaşadığı zorluk hakkında gayet net bir ipucu veriyor. Bu arada da yaşadığı tecavüzler filme gerçeklik katmış. Şöyle ki, Andy dalyan gibi diyebileceğimiz uyun boylu bir adam. Çoğu filmde de bir kişinin 365421 kişiyi birden dövdüğü sahneler sinemada çok kullanılır. İyi adam gelir, bütün kötü adamları döver ve gider. Bu filmde ise boylu poslu, iyi niyetli bir adam diye üç tane adamı defalarca yere serip kendini kurtarabilen bir insan yok. Arada karşı koyabiliyor ama sonunda onun da yapabileceği pek bir şey kalmıyor. Fabrikanın çatısını onardıklarında Andy'nin gardiyanlardan birine yardım ettiği için arkadaşlarına bira istemesi ve kendisinin tek yudum almaması sanki hapse düşme nedenin içki olduğunu düşündüğü izlenimi bıraktı bende. Çünkü, o gece sarhoştu ve kırdığı içki şişesi aleyhinde önemli bir delil olarak kullanılmıştı. Bir de o şerefsiz müdürü de unutmamak lazım. Kısa saç, kırmızı bir yüz, yuvarlak camlı gözlük üçlemesiyle rolüne uygun olmuş. Yalnız filmde beni en çok etkileyen kişi Brooks oldu. Şimdi tekrar düşünün: 20 yaşında cezaevine giriyorsunuz, 50 yıl boyunca orada kalıp, 70 yaşında tahliye oluyorsunuz. Ne yapacaksınız? Nereye gideceksiniz? Belirli bir işiniz yok, paranız yok, eviniz yok, akrabanız yok, eşiniz yok. Hiçbir şey yok. Böyle olunca özgür kalmanın da hiçbir anlamı yok.


  Filmde beğenmediğim nokta ise kaçış sahnesi oldu. Tamam duvarı deldi bir şekilde ve kanalizasyon borusuna kadar gitmeyi başardı. Ee 3-4 vuruşta parçalanır mı o koca boru? Onu da parçaladın, ucu açık olan ve içi pek dolu gözükmeyen kanalizasyon borusu delik açıldığında niye taşar? Bunların cevaplarını bulamadım.

  Sonuç olarak, bence IMDb'de 1. sırada bulunmayı hak etmese de çekilmiş en iyi filmlerden biri.

9 Mayıs 2011 Pazartesi

The Godfather Trilogy


  1972-1974 ve 1990 yapımı, Francis Ford Coppola film serisi. Başrollerinde Al Pacino ve Marlon Brando gibi iki önemli isim var.

  İlk blog yazım. Sanırım bu ilk, birçok kişi tarafından 'gelmiş geçmiş en iyi film serisi' olarak anılan The Godfather üçlemesi hakkında olmayı hak ediyor. Öncelikle söylemem gerekir ki 'mafyavari' filmlerden pek haz etmem. Sürekli orada burada öldürülen adamlar, patlayan silahlar, sürekli dövülen kadınlar, uyuşturucu pazarlıkları gibi olaylar bir araya toplandığında yüzümü ekşitmemi sağlıyor. Ancaaaaak işin içine muhteşem kurgu, oyunculuklar ve birbirinden can alıcı diyaloglar girdi mi tadından yenmiyor. Buradan itibaren serinin filmleri hakkında -izlemeyenler için- keyif kaçırıcı bilgiler yer alacaktır. Eğer filmi izlemediyseniz okumayınız ama belki okuyabilirsiniz de.

The Godfather

  İlk filmden başlayalım. Sicilya geleneklerine göre düğün sahibi kız babasının o günlük gelen tüm istekleri yerine getirme gerekliliği yüzünden babamız Marlon Brando'muzun bütün mafya tarafını henüz filmin başında görüyoruz. Burada Don Vito Corleone herkesin saygı duyduğu, ailesini ön planda tutmaya çalışan ama acımasız bir diktatör gibi görünüyor. Oysa ki, film ilerledikçe onun çabasının aslında ailesini bir arada tutabilmek olduğunu anlayabiliyoruz. Bir tarafta mafya babası diğer tarafta torunuyla çocukça oynayan, oğlunun acısını daha fazla kan dökülmesini önlemek için kalbine gömen bir adam. Peki buraya kadar nasıl geldik? Solozzo diye bir herif Corleone ailesiyle iş yapmak istediğini belirterek Don Vito'ya gelir. Ancak yapmak istediği iş uyuşturucu ticareti. Don Vito burada babalığını konuşturarak çoluğu, çocuğu zehirlememek için öperek güzelce uğurlar Solozzo'yu, üstelik oğulları da bu işe sıcak bakarken. Daha sonra Solozzo rahat durur mu hiç, vuruverir babayı. Ama koca Don Vito Corleone'yi 4-5 kurşunla öldürebilir misin? Öldüremezsin tabii. Buradan itibaren mafya aileleri arasında sürekli çatışmalar çıkar. 'Yok sen beni vurdun ben de seni vuracağım, yok hayır ben seni vuracağım.' bildiğin kan davası. Diğer kardeşlerin de gazlamasıyla dayanamayan öz evlat Mike, Solozzo ve yalakası polis amirini alıverir aşağıya. Bu yüzden de Sicilya'ya kaçmak zorunda kalır. Orada bir kızı sever ve evlenir. Ama rahat dururlar mı, Mike'a suikast düzenlemek için arabaya bomba koyan elemanlar karısını patlatır. Daha sonra üvey evlat olan Sonny'de hakkın rahmetine kavuşunca baba artık dayanamayıp bütün mafya babalarını toplayarak bu ölümlere son vermek ister ve bunu başarır. Bir süre sonra artık iyice yaşlanan Vito Corleone evinin bahçesinde ölünce, babasının tahtına Michael Corleone geçer. Bütün olaylardan önce 'ben onlar gibi olmayacağım.' diyen Mike gün geçtikçe babasına benzeyerek tam bir mafya olarak çıkar karşımıza. Yoluna çıkan herkesi yok ederek -kız kardeşinin kocasını dahi- yeni baba olma yolunda emin adımlarla ilerler. Kapılar kapanır, film biter.


  İlk film hakkında ayrıca şunu söylemeden edemeyeceğim. Michael'ın Solozzo ve polisi vurduğu sahnedeki Al Pacino'nun oyunculuğuna şapka çıkarılır arkadaş. Tabii filmde neredeyse herkesin oyunculuğu mükemmel, Marlon Brando apayrı ama o sahnede gözlerini kaçırmaya başlamasından, titremesinden, kızarmasından, mimiklerinden, silahı bırakmaya çalışmasından
Michael'ın bütün gerginliğini, korkusunu, telaşını iliklerime kadar hissettim. Helal olsun diyorum.


The Godfather: Part II

http://www.imdb.com/title/tt0071562/ 

   İkinci film ise bence ilkinden bile güzel. Daha güzel bulmamın birçok nedeni var: Flashbackler, daha gürültüsüz olması, Vito Corleone'un nasıl bugünlere geldiğinin merak uyandırması vs. filmi çok daha etkileyici bulmama neden oldu. Vito Corleone Amerika'ya geldikten sonra dürüstçe kendi işini yapmaya çalışırken bir mafya tarafından haraca bağlanmak istenmesi ve bunun sonucunda kendisini haraca bağlamak isteyen adamı öldürmesi Godfather için bir milat sayılabilir. Çünkü daha sonra, işleri büyüdüğünde Sicilya'ya, kendi köyüne, iş için gidip, ailesindeki bütün erkekleri öldüren Don Ciccio'yu bıçaklamasıyla insanların ellerinde bir kukla olmak istemediğini iyice anlayabiliyoruz. Diğer taraftan 'günümüzde' ise Michael Corleone kendi evinde öldürülmeye çalışılmasının ardından bunu kimin yaptığını bulmaya çalışır. Bu aşamada Michael Corleone, diğer bir mafya babası olan Hyman Roth ve Michael'ın abisi Fredo Küba'da iken Fredo'nun daha önce Roth'un -sanıyorum- elemanı olan Jonny Ola'yı tanımadığını söylemesine rağmen katıldıkları partide 'Nereden buluyorsun böyle yerleri?' sorusuna 'Beni de Johnny Ola getirmişti' deyince Mike'ın şalterler atar. Bu sahneden sonra Al Pacino'nun "I know it was you Fredo! You broke my heart! You broke my heart!" sözleri efsanevidir. Filmde Vito Corleone'un hayatın önüne getirdiği zorluklar yüzünden böyle karanlık yollara girmeye başladığını, Michael Corleone'un ise babasının bıraktığı mirası devam ettirmek istediğini, sorunlar ortaya çıktıkça daha fazla kirli işe bulaştığını, bulaştıkça daha fazla sorunun ortaya çıktığını görüyoruz. En büyük sorun ise en güçlü olmasına rağmen yaşanan yalnızlık ve sevgisizlik. İlk önce kendi kardeşi tarafından öldürülme teşebbüsü, sonra mahkeme, daha sonra karısının çocuğunu düşük yapmayıp aslında kürtajla aldırdığını öğrenmesi, bizim en sonda gördüğümüz ancak hepsinden önce Vito Corleone'un doğum gününde Mike'ın deniz kuvvetlerine katıldığını söylemesiyle masada tek başına kalması harika bir biçimde özetlemiş filmdeki yalnızlığı.



  Bu filmin akıcılığı o kadar güzel ki insan ağır ağır olayları izlerken hiç sıkılmıyor. İlk önce 3 saat 20dakika film mi olur? diye bir tepki verdiysem de film boyunca hiç sıkılmadım. Belki hiç yapay acelecilik olmadığı için ya da flashbacklerle sürekli dikkat gerektirdiği için. Sonuçta sıkılmadım işte...


The Godfather: Part III

http://www.imdb.com/title/tt0099674/

  Gelelim serinin ilk iki filminin gerisinde kalan son filme. Bana göre en üst düzeyde duran iki filmin ardından 16 yıl sonra çekilen filmden aynı tadı beklemek biraz fazla iyimser bir düşünce. Tabii geride diye filmi gereğinden fazla kötülemeyeceğim keza serinin en iyi sahnesini de içinde barındırıyor.

   Bu film diğerlerine göre daha az çatışmalı, mafya işlerinden çok karakterlerin psikolojileri üzerine giden bir film olmuş. Eleştirilerin bir kısmı da bu yüzden. İzleyicide The Godfather havası yaratan başka bir film hissi oluşturuyor. Michael Corleone'un daha ticari bir adam olması bunun nedenlerinden biri. Filmin son 30 dakikasına kadar geçen sürede Michael Corleone'un yaşlanması, Immobiliare konusunda Vatikan ile olan sürtüşmeleri ve kuzenlerin aşkından başka hiçbir şey yok. Ancak kalanı ise bence serinin diğer filmleri gibi harika olmuş. Corleone ailesinin bir yandan para bakımından daha da güçlenip diğer yandan Baba'nın artık ailesini ve kendisini kirli işlerden temizlemeye çalışması, bunu yapmaya çalışırken bir şeylerin sürekli kendini bu işlerin tam ortasına koyması, filmin sonunda gördüğümüz üç kadınla dansı ve bu üç kadının ikisinin Michael Corleone yüzünden hayatını kaybedip diğerininse hayatının mahvolması filmi özetliyor. Michael emekli olmaya karar verip yerini yeğeni Vincent'a bıraktıktan sonraki davranışları babasının son zamanlarını ve Michael'ın gençken olmak istediği kişiyi andırıyor. Ancak tek ve çok büyük bir fark var. O da Vito Corleone işlerini bırakmanın mutluluğuyla, ailesiyle birlikte, torunuyla oynarken ölürken, Michael Corleone mutsuz ve yalnız biçimde ölüyor.


  Bahsettiğim en iyi sahne ise; Mary'nin vurulması ve Michael Corleone'un kızının başında ağlaması. Bir süre sesi kesilen Baba'ya bütün gözlerin dönmesi ve o sırada resmen haykırması çok etkileyiciydi. Ciddi anlamda üzüldüm Michael'a. Yalnız Baba'yı öldürmeye çalışan suikastçının bu güne kadar yaptığı işlerde hep başarılı olması ve hiç kimseye yakalanmadığını öğrenmemize rağmen ulu orta neden silahı çıkarıp ateş ettiğini bir türlü anlayamadım. Bir de Al Pacino'nun saçlar neydi öyle? Olmasın bir daha...

  Uzun lafın kısası; zaten efsane olmuş bir film. O yüzden size önermemin hiçbir anlamı yok. İzleyin, izlettirin.