Sayfalar

26 Temmuz 2011 Salı

Edward Scissorhands

 http://www.imdb.com/title/tt0099487/

  Bu yazı söz konusu film hakkında önemli bilgiler içermektedir. Eğer filmi izlemediyseniz okumayınız ama belki okuyabilirsiniz de. 
  
  1990 yılında Tim Burton tarafından çekilmiş fantastik film. İçerisinde drama ve romantizm de var. Başrollerini Jonny Depp ve Winona Ryder paylaşıyor.

  Tim Burton'ın dünyasını tamamı ile yansıtan bir film. O fantastik havayı filmin başındaki harika müzikle beraber hemen hissediyorsunuz. 1990 yılında çekilmiş olmasına rağmen renkler de son dönem yapımlarına nispet yaparcasına güzel.

  Konumuz; bir bilimadamı tarafından yaratılmış ve henüz tamamlanamadığı için elleri makastan olan Edward'ın genç bir kız olan Kim'e aşık olması ve bununla birlikte başına gelen olaylar bütünü.


  Ah Edward ah. Ben çok sevdim be seni. İçinde hiç bir kötülük barındırmayan, dünyanın en masum insanı. Görüntüsü bir yetişkin gibi olmasına rağmen düşünceleri ufak bir çocuk kadar saf. Bu saflığı ilk repliklerinden de anlaşılıyor. 'Baban nerede?' sorusuna 'Uyanmadı.' cevabı vererek insanın içini bir garip ediyor.


  Filmde aramaya kalksak seyirciye verilen milyonlarca mesaj bulabiliriz sanırım. Yalnız bu mesajlar insanın gözüne gözüne sokarak 'Ben bu sahneyi sizlere mesaj vermek için çektim ey ahali!' dercesine değil de filmdeki fantastik havayla birleştirilerek verilmiş. Bu mesajlara birkaç örnek verecek olursak:

 - Filmdeki tüm evlerin mimari yapısı yaklaşık olarak aynı. Edward'ın malikanesi hariç tabii.
 - Mahalledeki kadınlar yeni birini görünce hemen aralarında dedikoduya başlarlar. Türkiye için ne kadar uygun değil mi? :)
 -  Her mahallede bulunan Avon kadını burada da var.
 - Evin erkekleri işten aynı anda gelip aynı anda işe gidiyorlar. Rutin hayat.


 - Ecnebilerde 'Koyu Katolik' olarak tabir ettiğimiz klasik dincimiz de var, ortalığı karıştırmaya çalışan.
 - İnsanlar yardım gördükleri Edward'dan hemen çıkar sağlamaya çalışırken, edinilen fayda azaldıkça yapılan bütün iyilikleri görmezden gelerek Edward'ı dışlamaları, ona iftira atmaları yine hayatımızdan bir parça. Sanırım bu iş hayatında daha fazla geçerli bir durum.
 - Bill'in para kazanma konusunda verdiği öğütler de günlük hayatta kullanılabilecek nitelikte.


  Bir de filmde Edward'ı gören hemen herkes ona 'Sana yardım edebilecek bir doktor tanıyorum.' diyor. Edward'ın ellerinin makastan olmasını herkes bir özür olarak görüyor. Halbuki Edward o elleri sayesinde birçok iş yapabiliyor. Belki Edward yine de normal bir insan gibi olmak istiyordur. Bu halinden mutsuzdur. Ama bunu ona soran yok. Sadece kendi düşünceleri doğrultusunda hareket ederek Edward'ı yönlendirmeye çalışıyorlar.


  Kafama takılanlara gelecek olursak, Avon Lady'miz Peg, Edward'ı ilk gördüğünde fazla tepkisiz kaldı gibi. Yani insan biraz daha korkar. İlk önce bir irkildi Edward 'Gitme!' deyince hemen döndü. Bir de direkt olarak evine getirdi çocuğu. İnsan bir endişelenir, her ne kadar sevsek de ne idüğü belirsiz bir şey sonuçta Edward. Bir de başka bir sahnede Edward konserveyi görünce geçmişi hatırlıyor. Burada yaratıcısının Edward'ı yapma fikrinin nasıl geldiğini görüyoruz. İyi de o sırada Edward yok ki. Nasıl olmadığı zamandaki bir şeyi hatırlıyor? Ha derseniz ki bu kadar fantastik bir filmde bu mu kafana takıldı, ne bileyim işte yazayım dedim.


 Birçoğumuzun da aklında yer eden Edward ile Kim'in konuşması filmin en can alıcı repliğiydi bana göre.

Kim: Edward?
Edward: İyi misin?
Kim: Evet. Sen iyi misin? (Edward kafa sallar.)
Edward: Herkes nerede?
Kim: Dışarıda seni arıyorlar. (Duraksar) Sarıl bana.
Edward: Yapamam.


  Sonuç olarak türünün en iyi filmi. Gerçi türünü nasıl tanımlayacağımı bilmiyorum. Hem fantastik, hem kafa dinlendirmelik hem de duygusal filmler varsa oralarda bir yerlerde bu film onların geleceği son noktadır. Bazıları için bu, yine Tim Burton'ın çektiği Big Fish de olabilir ama bende Edward'ın ayrı bir yeri var. Eğer bu satırları okuyorsan Tim sana helal olsun demek istiyorum. Johnny Depp seni de kutluyorum. Ehehe şükranlarımızı da sunduk. Yazının da sonuna geldik.

16 Temmuz 2011 Cumartesi

12 Angry Men

http://www.imdb.com/title/tt0050083/

  Bu yazı söz konusu film hakkında önemli bilgiler içermektedir. Eğer filmi izlemediyseniz okumayınız ama belki okuyabilirsiniz de. 
  
  1957 yılında Sidney Lumet tarafından çekilmiş siyah beyaz film. Bir tv oyunundan uyarlanmış. Başrollerinde 12 tane kızgın adam var.

  Siyah beyaz ve yaklaşık 54 yıllık bir eser olması nedeniyle açıkçası ön yargıyla yaklaştığım bir filmdi. Aha ön yargı dedim. Şimdi ben buradan alır yürürüm. Ama ön yargı konusuna gelmeden önce film hakkına genel birkaç şeyden bahsetmek istiyorum.


  Çok büyük prodüksiyonlara ihtiyaç duymadan, 655212 tane farklı ünlü insan oynatmadan, sadece siyah ile beyazı kullanarak, efektlere ihtiyaç duymadan da çok iyi film yapılabileceğinin kanıtıdır 12 Angry Men. Filmde toplamda 16 adet insan görüyoruz. Bunların 4'ü neredeyse hiç görünmüyor. Tüm film geriye kalan 12 karakterle yürüyor. Ayrıca kullanılan mekanlar da yok denecek kadar az. Sadece filmin başında mahkeme salonunu görüyoruz. Bundan sonra sadece jüri odası var ve o odanın tuvaleti. İşte, bu odaya o kadar ince semboller ve diyaloglar sıkıştırılmış ki inanılmaz.

  Bir kere filmin mantığı güzel. Ortada bir dava var. Bu davayı değerlendirmek üzere görevli 12 jüri üyesi. Davanın konusu ise 18 yaşında bir gencin babasını öldürmesi. Jüri 11'e karşı 1 suçlu kararı verince insan meraklanıyor. O bir kişi acaba geri kalanları nasıl ikna edebilir diye düşündürüyor. Büyük ihtimalle de hepsinin ikna olacağı ve çocuğun suçsuz bulunacağı kafamızda yer ediyor. Ki, zaten öyle oluyor. Hah işte böyle olmasa sürpriz bir sonla bitse 'İzlediğim en iyi film.' denilebilecek nitelikte. İnsan sonuna kadar gidip her şeyin filmin başından beri gittiği şekilde bittiğini görünce biraz hayal kırıklığına uğruyor açıkçası. En azından en sonunda gerçekte neler olduğunu, çocuğun suçlu mu ya da suçsuz mu olduğunu görseydik süper olurdu. Göremedik, ama olsun. Yine de bir şaheser.


  Başta ön yargıdan alır giderim demiştim. Biraz da filmdeki ön yargıdan bahsedelim. Filmin temelini bu duygu oluşturuyor. İnsanların ön yargılarıyla hareket ettiğinde gerçeğin sapıtılabileceğinden bahsediyor. 10 numaralı jüri üyesinin çocuğun varoşlardan gelmesini, yaşadığı bölgede sürekli suçluların olduğu ve çocuğun da suça meyilli olacağını öne sürerek direkt olarak suçlu damgasını yapıştırıyor. Buradan yola çıkarak 'Suçu kanıtlanana kadar herkes masumdur.' mottosuna da değinildiğini varsayabiliriz.

  12 jüri üyesinin de farklı karakterlere sahip olduğunu söyleyebiliriz. Aceleci, umursamaz, muhalif, kararsız, ön yargılı, şüpheci gibi odadaki her bir kişinin ağır bastığı bir yönü var.

  8. jüri üyemizin başta bir kişinin hayatını etkileyebilecek kararı çabucak almanın yanlış olduğunu ve delillere yeteri kadar güvenmediğini öne sürerek olayı hemen kapatmaması mantıklı bir gerekçeydi. Fakat ondan sonra yaşananları tesadüflere bağlamaya başlaması açıkçası biraz saçma geldi. Çok fazla 'belki' kullandı. Ama sonradan gayet makul sebepler sunarak diğerlerinin düşüncelerini değiştirmeyi başardı.

  Benim filmde sevdiğim asıl şey ise birçok ince detay olması. Aslında büyük ihtimalle fark ettiklerimden çok daha fazlası vardır ama ben yine de sıralayayım aklıma gelenleri.

 - Filmde herkesin idama göndermesine rağmen tek başına karşı çıkan 8. jüri beyaz takım elbise giyen tek kişi.
 - Çalışmayan fanın bozuk olduğunun düşünülmesi ancak ışıklar açılınca çalışmaya başlaması ön yargıya güzel bir örnek.
 - Çocuğun kullandığı iddia edilen 'Seni öldüreceğim!' sözü kanıt olarak kabul edilirken, çocuğun suçlu olduğunu düşünen 3. jüri tarafından kullanılması.
 - Yine aynı jüri üyesinin tüm kanıtları yok sayıp sadece kadının şahitliğinin bile yeterli olacağını söyledikten sonra kadının yanılıyor olabileceği ihtimali artınca 'Ya diğer deliller ne olacak?' demesi.


 - İlk oylamada kararsız kalıp diğerlerinin el kaldırdığını gören jüri üyelerinin maruz kaldığı 'mahalle baskısı'.
 - Herkes terlerken ceketiyle oturan ve terlemediğini söyleyen 4. jüri üyesinin gelen sorular karşısında terlemeye başlaması. Ayrıca bence 4. jüri en iyi muhalifti. Gayet mantıklı argümanlar sundu.


 - Sadece, çocuğun kurtulmasını sağlayan 8. ve 9. jüri üyelerinin isimlerinin açıklanması.
 - Filmin en sonunda sadece ön yargılı ve faşist 10.jüri üyesinin masada bulunmaması gibi birçok detay var.


  Bunların dışında bana göre sinema tarihinin en güzel ayarlarından biri de verilmiş bu filmde.

  10. Jüri: Bright? He's a common ignorant slob. He don't even speak good English.
  11. Jüri: He DOESN'T even speak good English.

  Sonuç olarak, 12 Angry Men kesinlikle yaşına ve rengine aldanılmadan izlenilmesi gereken bir film.

14 Temmuz 2011 Perşembe

The Good, the Bad and the Ugly

http://www.imdb.com/title/tt0060196/

  Bu yazı söz konusu film hakkında önemli bilgiler içermektedir. Eğer filmi izlemediyseniz okumayınız ama belki okuyabilirsiniz de. 
 
  Sergio Leone tarafından 1966 yılında çekilmiş, üçlemenin son filmi. İlk filmin ismi A Fistful of Dollars, ikinci filmin ismi ise For A Few Dollars More'dur. Filmimizin başrollerini Clint Eastwood (The Good), Eli Wallach (The Ugly) ve Lee Van Cleef (The Bad) paylaşıyor.

  Film başladığında ilk dikkat çeken şey görüntülerin Yeşilçam tadında olması. Şimdiki gibi elin oğlu 1080p bluray'ler, 3d imax'ler kullanırken bizimkilerin hala dandik görüntülerle cebelleşmesi gibi değil. Yeşilçam'daki renk neyse aynı bu filmde de var. Tipler de Türklere benzeyince insan bir Türk filmi izliyormuş hissiyatı yaşıyor. Özellikle Lee Van Cleef bildiğin Kadir İnanır'dı.

  Bu arada film spagetti western denilen türden. Yani bildiğimiz kovboy filmi ancak çekimleri Amerika'da değil ağırlıklı olarak İspanya'nın Almeria kentinde çekilmiş.


  İlk 10 dakika boyunca tek bir kişinin bile sesini duyamıyoruz, tek bir konuşma bile yok. Bu ne bir eksi ne bir artı, sadece benim dikkatimi çekti. Ama ileriki bölümlerde karakterlerin birbirinden güzel aforizmaları bulunuyor. Örneğin; benim en çok güldüğüm sahnede, Tuco ve Blondie atla giderken yankee'lerle karşılaşırlar. İlk önce gri kıyafetlerine aldanarak Güneyli olduklarını sandıkları için Tuco: ' Tanrı da yanımızda çünkü o da Kuzeylilerden(Yankee'lerden) nefret ediyor.' der. Bunun üzerine kıyafetlerinin gri olmadığını, yerden kalkan kum yüzünden aslında lacivert olan kıyafetlerin gri gibi göründüğünü anlayan Blondie durur mu hiç? Hemen yapıştırmış cevabı: ' Tanrı bizim yanımızda değil çünkü o aynı zamanda salaklardan da nefret ediyor.' Fıkra gibi oldu biraz sonu ama neyse. Ayrıca Tuco'nun kardeşine yaptığı konuşma bence filmin en güzel monoloğuydu:
- Benden daha iyi olduğunu düşünüyorsun. Geldiğimiz yerde, sefaletten ölmek istemiyorsan ya rahip olmak zorundaydın ya da haydut. Sen kendi yolunu seçtin, ben kendi yolumu. Benimkisi daha zorluydu! Anne babamız hakkında konuşuyorsun. Rahip olmak için gittiğinde geride ben kaldım. 10 ya da 12 yaşındaydım tam hatırlamıyorum ama, sonuçta ben kaldım. Denedim ama pek bir yararı olmadı. Şimdi sana söylüyorum. Rahip oldun çünkü benim yaptığımı yapacak kadar cesaret yoktu sende.


  Filmin müziklerine edilecek bir söz yok. Zaten kült olmuş.

  Sonlara doğru mezarlıkta Tuco'nun koşturduğu bölümler çok iyi çekilmişti. Burada girilen müzik gerçekten de zamanın ötesindeydi. Sanki günümüz müziği alınıp filme yerleştirilmişti. Aynı yerde üçünün bir araya gelip silah çektikleri sahne ise bayağı gerilim doluydu.


  Filmdeki karakterlere gelecek olursak üç başrol de rolünün hakkını çok iyi vermiş buna şüphe yok. Filmde The Good olarak nitelenen Blondie'ye aslında kötünün iyisi denilebilir. Gerektiğinde çölde bir adamı susuz da bırakır, boynuna ip asılmış haldeyken ölmekten de kurtarır. The Bad olarak nitelenen Angel Eyes ise cidden kötüydü. Son olarak The Ugly'miz Tuco ise tip olarak bence çirkin olmasa da karakter olarak gayet çirkindi. Haydut, paragöz ve çirkef bir adamın tekiydi. Buna rağmen üçü arasından bir favori seçmeye kalksam Tuco'yu seçerdim.


  Aynı zamanda filmde üç karaktere de yoğunluk verilmesi filmin sıkıcı olmamasını sağlamış. Nedense tek bir karakter üzerinden gitmeyen filmler diğerlerinden daha iyi gibi geliyor. Tabii bir de arka planda başka hikayelerin olması daha da iyi. Bu filmde de arka planda kalan bir iç savaş var. Arka planda olmasına rağmen savaşın kötülüğüne de inceden değinilmiş.


  Şimdi film hakkında hep iyi konuştum ama bu filmi bir daha izle deseler izlemem. 'Lan ne diye ballandıra ballandıra anlattın o zaman?' diyebilirsiniz. Şöyle söyleyeyim; western filmler bana göre değilmiş bunu öğrendim. Isınamıyorum bir türlü ortada dolaşan kovboylara falan. Sadece ben sevemedim bu türü diye filme haksızlık edememem doğal. Türünün en iyilerindendir birçok kişiye göre de. Ama işte olmayınca olmuyor. Mesela korku filmlerine de hep mesafeliyimdir. Harika bir korku filmi bile olsa pek zevk aldığım söylenemez. Varmak istediğim nokta şu; eğer bu türü seviyorsanız kaçırmamanız gereken bir film, ama benim gibi iseniz çok büyük zevk almayı beklemeyin, sadece hoşça vakit geçirmiş olursunuz. O yüzden ilk önce buna karar verip izlerseniz daha mantıklı olur görüşündeyim.

13 Temmuz 2011 Çarşamba

Catch Me If You Can

http://www.imdb.com/title/tt0264464/

  Bu yazı söz konusu film hakkında önemli bilgiler içermektedir. Eğer filmi izlemediyseniz okumayınız ama belki okuyabilirsiniz de. 

  2002 yılında Steven Spielberg tarafından çekilmiş, başrollerinde Tom Hanks'in ve Leonardo diCaprio'nun olduğu yapıt. Film, Frank Abagnale Jr.'ın hayatından esinlenerek çekilmiş.

  İlk olarak filmi anlayabilmek için Frank Abagnale Jr. hakkında birkaç bilgi verelim. Hemen kopyacılığımızı konuşturup Wikipedia'dan kendisi hakkındaki bölümü ekliyorum.

  Frank William Abagnale, Jr. (doğum 27 Nisan, 1948) 1960lı yıllarda resmi olarak dolandırıcıydı. Şu an; Abagnale and Associates isimli finansal dolandıcırılık danışmanlık şirketini yönetiyor.
New York City'nin Westchester County'sinde;Ailenin tek çocuğu olarak doğan Frank; New Rochelle'deki bir katolik okulunda öğretimini sonlandırdı. 1964 yılında ailesi boşandı, ve bunu çok sorunlu bulan Frank ailesinden uzaklaştı. Bu dönem; babasını gördüğü son dönemdi; ancak annesi ile 7 yıl sonra görüştü.

  New York City'de tek başına yaşıyan Frank; "Big Nale" (Büyük İnleme) olarak anıldı, daha sonra da ismi "Big" (Büyük) olarak kısaldı. Kendisini olgun göstermek için; ehliyetini olduğundan 10 yıl yaşlı olarak göstermek için değiştirdi.

  Pehh fazla bir bilgi yokmuş burada. Oradan buradan bulduğum bilgiler ile devam edelim. Frank, bütün dünyada yaklaşık 2.5 milyon $'lık çek dolandırıcılığı yapmış. Bunun yanında pilot olarak bir hava yolu şirketinde dünyayı dolaşmış, baro sınavlarını geçerek avukatlık yapmış ve sahte diplomalar hazırlayarak doktorluk yapmış bir insan. Ve bütün bunları 16. yaşı ile 20. yaşı arasında yapmaya başarmış. Buraya kadar anlattığım bir film senaryosu değil gerçek bir hikaye. Evet, evet gerçek.


  Artık filmin konusunu açmaya gerek kalmadı sanıyorum. Asıl noktayı anladık. O yüzden direk filmle ilgili yorumlarıma geçiyorum. Bir kere adam inanılmaz zeki. Doğaçlama yaparak olaylardan kurtulmayı çok iyi biliyor. Bu sırada da izleyiciye keyifli dakikalar yaşatıyor. Örneğin, babasının vergi dairesi ile yaşadığı sorunlar sonucunda okulunu değiştirmek zorunda kaldığında ilk kez yeni sınıfına giriyor. Daha önce omuzuna çarparak geçen çocuğun 'Aynı vekil öğretmene benziyorsun.' demesiyle hemen dönüp öğretmen gibi davranmaya başlıyor. Çocuklar da bunu iki hafta boyunca yutuyor. Onlara ödevler veriyor, sözlüler yapıyor eheheh. Bir diğer sahne de ise kendisiyle yatmak isteyen kadın Frank'den 1000 $ karşılığında bunu yapabileceğini söylüyor. Frank kadına 1400 $'lık çek vererek hem kadınla yatıyor hem de sahte çek karşılığı 400 $ para üstü alıyor. Ama kıvrak zekasını en çok konuşturduğu sahne ise kendisinin peşini bırakmayan Carl'a ilk yakalandığı sahneydi. Ahahah adam kendisini yakalamaya gelen FBI ajanına polis numarası yaparak kurtuldu. Var mıdır bundan ötesi?


  Filmde Frank'in babasından öğrendiği birçok şeyi kullandığını da görüyoruz. Yankeelerin çizgili formaları sayesinde hep kazandığını söyleyen babası sayesinde havaalanından dikkatleri hosteslerin üstüne çekerek kaçmayı başardı. Kremayı tereyağı yapan fare hikayesini de kullandı.


  Ayrıca filmde bütün erkekler kadınlar tarafından ihanete uğratıldı. Frank'in annesi hem Frank'e hem babasına, Brenda salaklığının da etkisiyle Frank'e, Carl'ın eşi de Carl'a ihanet etti. Kadınların mücevherlere olan zaafı da güzel belirtilmiş. Bu da ilginç bir nokta bence.


  Son olarak, Tom Hanks'i ve Leonardo diCaprio'yu oyunculuklarından ötürü kutlamak lazım. Gerçekten çok iyi iş başarmışlar. Özellikle diCaprio film çekilirken 28 yaşında olmasına rağmen hiç sırıtmamış. 16-19 yaşları arasındaki genci çok iyi canlandırmayı başarmış.


  Gayet eğlenceli, hoş bir film olmuş. Gerçek bir hikayeden uyarlanmış olması da insanı daha da içine çekiyor. İzlenmeli.

  Bu da gerçek Frank Abagnale Jr.'ın film hakkındaki görüşleri.

9 Temmuz 2011 Cumartesi

The Lord of the Rings: The Return of the King

 http://www.imdb.com/title/tt0167260/

  Bu yazı söz konusu film hakkında önemli bilgiler içermektedir. Eğer filmi izlemediyseniz okumayınız ama belki okuyabilirsiniz de. 

  2003 yılında Peter Jackson tarafından çekilmiş, serinin üçüncü ve son filmi.

  The Two Towers'ı yorumlarken üç buçuk saatin bir film için çok uzun bir süre olduğundan bahsetmiştim. Sanki inat yapar gibi bu film tam dört saat. Evet, dört saat. Tabii benim izlediğim filmler extended versiyonları. Yani sinemada gösterilmeyen, çekilmiş ama daha sonra filmden çıkarılmış kısımlar da var. Sinema versiyonları daha kısadır ama ona rağmen yine de uzun. Ayrıca filmlerin sonuna da öyle bir jenerik eklemişler ki gelen geçen herkesin ismini yazmışlar. Yaklaşık 25 dakika sürüyor. Yalnız biraz da anlamak lazım. Sonuçta bir çok hayranı olan bir roman serisini fazla eksiltmeden, önemli detayları atlamadan anlatmak gerekiyor. Bu da kolay bir iş değil.


  Üç film hakkında genel olarak konuşursak; bildiğimiz üzere bu seri J.R.R. Tolkien'ın kitaplarından alıntılama. Bunun sonucunda herkes kitap ve filmi karşılaştırıyor. Daha doğrusu filmin kitabın yanında kalan eksikliklerinden bahsediyor. Genel kanı, filmin kostüm, atmosfer, efekt bakımından harika olmasına rağmen karakterlerin işlenişinde büyük eksiklikler olduğu yönünde. Ben de buna katılıyorum. Kitapları okumadım, ama sadece filmlere bakıldığında bile bu anlaşılıyor. Faramir'in ezik kalması, Sam'in takdir ettiğin ancak anlaşılamayan bağlılığı, Gandalf'ın gücünün belirsizliği vesaire. Kısacası seriye sinematografi açısından senaryoyu hiç katmadan bakarsak büyük eksikler bulamayız. Ancak işin içine senaryo ve karakter anlatımı girdiğinde işler biraz sarpa sarıyor. Buna rağmen Peter Jackson toplamda 17 oscar aldırarak büyük bir başarıya imza atmış.


  The Return of the King'in başında görüyoruz ki Gollum yüzüğü bulmamış, yüzüğü bulan kardeşi Deagol'dan, onu öldürerek, yüzüğü almıştır. Buraya kadar ilk iki filmde Gollum'a bakışım nötrdü. Ne iyi ne de kötü diyebiliyordum fakat bu sahneyi görünce kendisini tamamen defterden sildim. Daha sonra Frodo'yu Sam'e karşı doldurmaları da hiç yakışmadı. Buradan kendisini filmin aç gözlü şerefsizi ilan ediyorum. İlk iki filmde ve üçüncü filmin başına kadar hayat Merry ve Pippin'e güzelken devamında önemli roller üstlendiler. Örneğin, Pippin savaş öncesi işaret ateşini yakarak Rohan'ın yardıma gelmesini sağladı. Her ikisi de ufacık boylarına bakmadan savaş meydanında cesurca savaştılar. Saruman'ın gebermesi yaptıklarından sonra iyi oldu. Savaşın yaklaşmasıyla ilk savaşta Rohan'a yardıma gelmeyen Gondor'a tepkili olan Theoden yardım isteğine cevap olumlu vererek içimizi rahatlattı. Getirdiği süvari sayısı kayda değer biçimde fazlaydı. Savaş sırasında Legolas'ın o dev fillerin üstüne çıktığı bir sahne var. Fantastik bir film olması rağmen o sahne çok abartılıydı bence. Öeeehhh dedirtti yani. Savaşı kazandıktan sonra ise Gimli ile girdikleri içki yarışında gösterdiği üstün başarı ise gülümsetti. Orklar Frodo'yu ele geçirdiklerinde işi bitti herhalde diye düşündüm. Ama mal Orklar ve Sam sayesinde kurtulmayı başardı. Yaaa Frodo Efendi iki dakikada dolduruşa gelerek sattın Sam'i. O olmasaydı iki adam atamazdın, dingil!


  Gondor'un Efendisi, tahtın kral gelene kadarki koruyucusu Denethor'a çok uyuz oldum. Varsa yoksa Boromir'i öv, Faramir'i yer. Tamam ilk filmde Boromir'i bende çok sevmiştim de insan oğluna yapmaz ki böyle. Faramir aslanlar gibi gidip savaştı, Frodo'ya yardım etti. Bir de diri diri yakmaya kalkıyor çocuğu ya! En son görüldüğünde uçan bir alev topuydu. O da ölünce Faramir adına sevindim.

  Gimli'nin Frodo'ya yardım etmek için açılması düşünülen savaş için 'Kesin ölüm, düşük başarı ihtimali. Ne bekliyoruz?' demesi son filmin en komik sahnesiydi.

  Eomer de gücünü yine gösterdi. Altlarındaki atlarla birlikte neredeyse durdurulamıyorlar.


  Eomer'in kardeşi Eowyn'e değinmezsek olmaz. Bugüne bugün Nazgûl öldürmüş bir kadın. Helal olsun sana. Yalnız Aragorn'a yavşaması gözlerden kaçmadı. Rakibin Arwen  kızım senin. Tanımıyorsun ama neyse... Faramir de yakışır sana. Serinin en sevdiğim karakteri sen oldun.


  Filmin sonunda artık herkes mutluydu. Rosie ve Sam evlenmiş, atılan çiçeği Pippin yakalamıştı. White Tree of Gondor veya diğer adıyla The Tree of the King, Aragorn'un kral olmasıyla tekrar açtı. Aragorn Arwen'ine kavuştu. Bilbo ve Frodo ölümsüzlüğe gittiler. Daha önce krala ihanet ederek lanetlenen askerler azat edildi.


  Sonuç olarak üç film arasından ben en çok birinci filmi beğendim. Daha sonra sırasıyla üçüncü ve ikinci. Bunun dışında The Lord of the Rings serisi fantastik sinema tarihinin en önemli serilerinden biri. Mutlaka izleyin, yalnız extended versiyonu olsun. :)

  Konuya eklemek için o kadar çok ekran görüntüsü almışım ki hepsini konu içine dağıtamadım :) Kalanları eklememeyi de içim el vermedi. Onları da en sona ekliyorum bu yüzden.

7 Temmuz 2011 Perşembe

The Lord of the Rings: The Two Towers

http://www.imdb.com/title/tt0167261/ 

  Bu yazı söz konusu film hakkında önemli bilgiler içermektedir. Eğer filmi izlemediyseniz okumayınız ama belki okuyabilirsiniz de. 

  2002 yılında Peter Jackson tarafından çekilmiş serinin ikinci filmi. Doğal olarak ilk filmin devamı niteliğinde.

  Öncelikle şunu söyleyeyim; üç buçuk saat film mi olur arkadaş? İzle izle bitmiyor ki. Bu tepkimden filmi beğenmediğim anlaşılmasın. Savaş bölümüne kadar olan kısım biraz durağan geçse de savaşın başından sonuna kadar kaskatı kesilerek izledim. Ama sinemada izleyenleri düşününce tam bir işkencedir herhalde üç buçuk saat koltuğa yapışmak. Filmi başlattığımda tepede güneş vardı, bittiğinde gece olmuştu be. Allah'tan iyi bir film. Sırf blog'a yazmak için beğenmeden de olsa izlesem hayatımın en zor dakikalarını yaşardım.


  Yukarıda söylediğim gibi ilk filme göre daha durağan geldi bu film. Çok fazla reaksiyon yoktu. Rohan ile Isengard arasındaki savaş sahnelerinde ise bütün o durağanlık gitti. Yerini heyecana bıraktı. Kral Theoden'in Gondor'dan yardım almak istememesinin ardından Elflerin çıkagelmesiyle Rohan halkı için belki bir kurtuluş yolu açıldı. Ama karşılarında 10 bin kişilik ork ordusu vardı. Eğer meydan savaşı şeklinde gerçekleşseydi Isengard orduları silip süpürürdü her şeyi ancak Miğfer Dibi'nin gayet sağlam bir kale olması Rohanlıları korudu diyebiliriz. Yine tek başına 56451 kişiyi öldüren insanlar vardı ancak bu seferlik buna değinmeyeceğim.


  Bu filmde Gollum'u nam-ı diğer Smeagol'u daha çok tanıdık. Sürekli kendi içinde çatışan bir yaratık. Bir tarafı iyi iken diğer tarafı kötü. Bu da onu haliyle şizofren yapıyor. Çok acıdım kendisine bu filmi izlerken. Ama aynı zamanda aslında iyi mi yoksa kötü mü olduğuna bir türlü karar veremedim. Ağaçlara çok tav oldum. Bizimle ilgisi yok diyerek ilk önce savaşa girmediler. Ama baktılar ki 3-5 ağacı yakıp yıkmışlar hemen galeyana gelip Isengard'a daldılar. Çıkarcılar siziiii. Eowyn çok güzeldi. Théodred'in cenazesinde söylediği şarkı, ağıt artık her neyse çok hoşuma gitti. Ahanda işte bu. Gandalf,  'the grey' olarak gitti, 'the white' olarak geri geldi. Savaşın kazanılmasında da büyük yardımları dokundu. Tabii Eomer'i de unutmamak lazım. Nazgûller yine korkunçtu.


  Bu defa Sam'e ayrı olarak bir paragraf açmak istiyorum. Valla helal olsun. Ben hayatımda onun kadar sadık bir insan görmedim. Frodo'yu korumak için öl deseler ölecek kıvamda. Frodo da bunu bildiği için kendini daha güvende hissediyor. Artı olarak filmin en güzel konuşmasını da Sam yapmıştır bence. İşte o konuşma!!!1!!11!

Frodo: Bunu yapamayacağım Sam.

Sam: Biliyorum. Bu olanların hepsi yanlış. Aslında burada bile olmamalıydık. Ama buradayız. Tıpkı büyük savaş hikayelerindeki gibi, Bay Frodo. Hani o gerçekten büyük olanlarından. Tamamiyle karanlık ve tehlikelerle dolu. Sonunu bilmek istemediğin türden. Çünkü sonu nasıl mutlu bitebilir ki? Nasıl olur da bu olanlardan sonra her şey eski haline geri dönebilir? Ama sonuçta, bu gölge bile gelip geçici. Karanlıkta bile, yeni bir gün doğacak. Ve her yeni doğan güneş eskisinden daha parlak olur. Bunlar sizinle kalan hikayelerdi, bir anlamı olan. Sebebini anlamak için küçük olsak bile. Fakat sanırım, Bay Frodo, ben anlıyorum. Biliyorum. Hikayelerdeki o insanlar geri dönmek için birçok fırsat buldular. Lakin onlar vazgeçmedi. Yürümeye devam ettiler, çünkü onlar bir şeylere tutunuyorlardı.

Frodo: Biz neye tutunuyoruz Sam?

Sam: Bu dünyaya hâlâ iyiliğin olduğuna, Bay Frodo. Ve uğrunda savaşmaya değeceğine.


  İlk filme göre daha sönük kalsa da kötü bir film sayılmaz bence. Kitabını okuyanlar ne kadar beğenir orası meçhul ama ben beğendim.

3 Temmuz 2011 Pazar

The Hangover


  Bu yazı söz konusu film hakkında önemli bilgiler içermektedir. Eğer filmi izlemediyseniz okumayınız ama belki okuyabilirsiniz de.

  2009 yılında Todd Phillips tarafından çekilmiş komedi filmi. Oyuncu kadrosunda Bradley Cooper ve Zach Galifianakis gibi isimler var.

  Vizyona girdiği yıla damgasını vurmuş bir film The Hangover. O kadar sevildi ki bunu fırsat bilen yapımcılar The Hangover Part II adında bir devam filmi daha çektiler.

  Filmimiz, evlenen arkadaşları için bekarlığa veda niteliğinde Vegas'a giden dört kafadarın(biri kayınbirader) gece 'yanlışlıkla' tecavüz  hapı almaları sonucunda başlarına gelen olayları anlatıyor. Gece neler yaşadıklarını hatırlayamayan üç arkadaş müstakbel damat Doug'ın kaybolduğunu anlayınca onu aramaya koyuluyor. Bu arama çalışmaları sırasında da o gece yaşananlar teker teker ortaya çıkıyor.


  Şüphesiz ki filmdeki en bomba karakter kayınbirader Alan'di. Çinli mafya babamızda da büyük potansiyel vardı ancak ona fazla süre verilmemiş. Keşke daha fazla görebilseydik kendisini. Alan'da birazcık The Big Lebowski havası vardı sanki. Vurdumduymaz, garip, durduk yere saçma sapan hareketler sergileyen bir insan. Yahu adam Doug'ın 'Sağ şerit boş mu?' sorusuna arkada tır olmasına rağmen boş dedi, bebeğe mastürbasyon taklidi yaptırdı, benzincide arkadaşlarını beklerken gelen yaşlı amca sadece 'Araban güzelmiş.' demesine rağmen adamı kovdu, neredeyse dövmeye kalkıyordu ahahah.

 
  Stu'nun evlendiği striptizci kadına bir çift söz etmesem olmaz. Hem güzeldi, hem bebeğiyle ilgiliydi, hem de iyi bir insan izlenimi verdi. Stu'nun kafası güzelken taktığı babaannesinin yüzüğünü Stu'nun istemesine bile fırsat vermeden geri verdi. Kendi kendime Stu'ya 'Al git bunu olum, bırak o evdeki kontrol manyağını.' dedim. Stu da randevuyu kapıp  evde bekleyene de yol verdi. Belki de mutlu mesutlardır şimdi, bilemeyeceğim. Bir de Doug'ın kayınpederi nasıl bir insandır? Herkese böyle bir baba temennisiyle bu bölümü noktalıyorum.


  Vegas yolundayken yapılan Rain Man göndermesi Illuminati sevdalılarına bir koz daha vermiştir.

  Filmin sonundaki Candy Shop cover'ı mükemmeldi. Klasik olarak romantik komediye bağlanmamasını sağlamış filmin. Artı olarak sonunda o gece çektikleri fotoğrafları da göstermeleri iyi olmuş. Meraktan çatlardı insan onlar olmasaydı.

  Kısa bir bilgi vereyim. Yılan Hikayesi ve Yabancı Damat'ta oynamış olan Katerina Moutsatsos, filmde Stu'yu evlendiren adamın yardımcısı rolünde oynuyormuş. Gördüğünüzde aa bu bir yerden tanıdık geliyor diyebilecekler için bir bilgiydi bu.


  Üzerinde konuşulacak pek bir şey yok. Sonucunda bir komedi filmi. Çok bir şey beklememek lazım. Ama kesinlikle izlemeye değer. Ben her saniyesinde kırılmasam da genel olarak çokça güldüm. Bakalım The Hangover Part II nasıl olmuş?