http://www.imdb.com/title/tt0449059/
Bu yazı söz konusu film hakkında önemli bilgiler içermektedir. Eğer filmi izlemediyseniz okumayınız ama belki okuyabilirsiniz de.
2006 yılında Jonathan Dayton ve Valerie Faris tarafından çekilmiş, Steve Carell ve Alan Arkin gibi isimlerin rol aldığı dram, komedi.
Açıkçası enteresan bir film. İçinde hüzün var ama komedi de var. Hüzün dediysek insanın içini karartmıyor ama garip bir üzüntü yerleştiriyor. Müzikleri de gayet rahatlatıcı. Aslında bu film için 'rahatlamalık film' denilebilir. Hiç kasmadan, bazen duygulanarak bazen de gülerek geçireceğiniz 101 dakika vadediyor. Bittiğinde ise yüzünüzde aptal bir gülümseme bırakıyor.
Filmin hemen başında 1 saat 41 dakika boyunca izleyeceğimiz karakterleri tanımaya başlıyoruz. Önce, amacı güzellik yarışmasında birinci olmak olan evin küçük kızı Olive'i görüyoruz. Ardından evin babası geliyor ekrana. Kazanan - kaybeden konusuna kafayı takmış bir baba, Richard. Sıra Dwayne'de. Pilot olana kadar sessizlik yemini etmiş, Nietzche hayranı, evin liseli ergeni. Sonra dedemiz Edward geliyor. Uyuşturucu ve kadın düşkünü, garip bir adam. Tabii bu evin bir de annesi var. Çoğu kadın gibi ailesini dengede tutmaya çalışan Sheryl. En son olarak ise Frank; intihar etmeye kalkışmış, proust uzmanı, gay dayı.
Konuya gelecek olursak; yukarıda fertlerini tanıttığımız Hoover ailesi, küçük kızları Olive'in katılacağı 'Little Miss Sunshine' adlı güzellik yarışması için yola koyuluyor. Filmde de bu yolculuğun başını, yolculuğun kendisini ve sonunu izliyoruz.
Bence filmdeki en renkli sima Edward'dı. Büyük ihtimal birçok insana göre de böyledir. Olur olmaz konuşmaları, normalde bir dedenin torunuyla asla konuşmayacağı konuları çat diye söylemesi, sürekli eğlenmeye çalışan yapısıyla keşke bütün dedeler böyle olsa dedirtti :) Bu yüzden ölümü beni çok üzdü. Ancak o hayatı da o bünyenin kaldırması zor tabii. Neyse... Dwayne'in renk körü olduğu sahne filmi izleyen herkesin aklına kazınmıştır herhalde. Film boyunca kesin bu ilk konuşmasında küfür eder diye dalga geçtim ama çocuğun azından çıkan ilk kelime gerçekten de bir küfür oldu. İnsanın kendine bir hedef belirleyip, bu hedefi gerçekleştirebilmek ve bu doğrultuda azmini arttırmak için kendine yasaklar koyup çabalaması ama bu çabanın elinden hiçbir şey gelemeyeceği bir şey yüzünden boşa gitmesi o insanı hayata küstürebilecek kadar kötü. Pilot olmak istiyorsun ama renk körü olduğunu öğreniyorsun. Bu gibi bir haber hayattaki en kötü haberlerden sanırım. Gelelim Richard'a. Başlarda çok uyuz bir baba izlenimi veriyordu. Çocuklarını sürekli kazanan olmaya zorlayan bir baba ne kadar cana yakın olabilirdi ki? Fakat babasının ölümünden sonra sempatikleşmeye başladı bu adam. Kızının yarışmaya yetişebilmesi için babasının cesedini kaçırması büyük bir iş bence. Alt tarafı bir yarışma deyip kestirip atabilirdi. Sahnedeki kızına da destek olmasını bildi. Aferin diyorum buradan ona.
Filmin sonu aslında hiç beklemediğim şekilde gelişti. Normal bir Amerikan filminde ne olur? Son anda yarışmaya yetişilir, başroldeki kızımız harika bir şekilde yarışmayı bitirir ama onun kadar harika olan bir yan karakter daha vardır. İkisi çekişir, son anda başrolümüz yarışmayı kazanır ve mutlu mesut bir şekilde film biter. Bu filmde ise kız, dedesinin öğrettiği, striptize yakın bir dans sergiliyor. Ahahah hâlâ gülüyorum ben buna. Herkes ayıplarken tüm ailenin sahneye çıkıp delice dans etmesi Amerikan filmlerine göre oldukça absürttü. Yalnız belirtmeden geçemeyeceğim, ayrı bir paragrafta anlatmak istediğim bir nokta var.
Allah aşkına küçük kızlara makyaj yapmayın. Yalvarıyorum. Onlar nasıl tiplerdi öyle? Olive hariç hepsi birer ucubeye dönüşmüş resmen. Kızların suratlarının olduğu bölümler korku filmi tadındaydı. Böylece komedi ve dramın yanında korku kategorisine de sokabiliriz Little Miss Sunshine'ı. Tekrar ediyorum, lütfen yapmayın böyle şeyler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder