http://www.imdb.com/title/tt0361748/
Bu yazı söz konusu film hakkında önemli bilgiler içermektedir. Eğer filmi izlemediyseniz okumayınız ama belki okuyabilirsiniz de.
2009 yılında Quentin Tarantino tarafından çekilmiş aksiyon, drama. Başrollerinde Brad Pitt, Melanie Laurent ve Christoph Waltz var.
Konumuz şu; II. Dünya Savaşı sırasında Fransa'yı işgal eden Nazileri öldürmek için görevlendirilmiş Amerikan-Yahudilerden oluşan 'The Basterds' isimli askerlerin görevleri sırasında başlarına gelen olaylar. Bu bir Tarantino filmi olduğu için de doğal olarak bu konudan kısmen bağımsız olan ve sonunda ana konuyla bağlanan, bölümlere ayrılmış yan konular da var.
Quentin Tarantino'yu sevmeme rağmen olumsuz görüşlerimle başlamak istiyorum. Film çok faşist be. Sanki Yahudilerin yıllardır Hitler'e duyduğu kini kusmak için maden bulmuş gibi davranmış. Naziler salak, öcü, pis bizler ise o pislikleri öldüren, Hitleri geberten çok mükemmel insanlarız demiş resmen. E bu beni rahatsız etti açıkçası. Böyle bir eziklik duygusu var. Neredeyse Almanlara olan sevgim arttı ulen. Gerçi bu artan sevginin nedeni büyük ölçüde Christoph Waltz'un canlandırdığı Colonel Hans Landa karakteri. Oraya daha sonra geleceğiz. O adamı uzun uzun anlatmazsam olmaz zaten. Dur bir dakika, bir yandan da şöyle düşündüm şimdi. Tarantino belki de Yahudilerin her zaman ezildiğini anlatmak yerine ellerinde şans olsaydı Yahudiler de aynısını Nazilere yapardı demek istemiş olabilir. Bak bu da mantıklı geldi. Haydaaa kendi tezimi kendim çürüttüm. Sil baştan yazamam artık, siz hangisine yatkınsanız öyle düşünün. Bu paragrafı da iyice saçmalamadan sonlandıralım artık.
Bir kere film eğlenceli. Sıkılma denen bir şey yok. Ha ben uzun süren diyalog sahnelerinden, sessizliklerden hoşlanmam diyorsanız sıkılırsınız. Ama benim gibi Hans Landa'nın lıkır lıkır süt içmesi veya kıtır kıtır strudel yemesini izlemeyi yeğliyorsanız tam size göre. Film zaten başlar başlamaz hemen kendi içine çekiveriyor. Hans Landa'nın gelişi, Fransız çiftçi ile sohbeti ve olayı çözümlemesi harika. Daha sonra 'Soysuzlar Çetesi' geliyor karşımıza. Başlarında Aldo Raine var. Bu bölümde filmin neden bu ismi taşıdığını görüyoruz. Filmin gelişme bölümünde ise Shosanna'nın sinemayı yakma planı var. Bu bölümde galanın Shosanna'nın salonunda yapılacağı konuşulurken Hans Landa'nın bir anda çıkagelmesi ve o andaki Shosanna'nın yüz ifadesiyle arkadan giren müzik çok etkileyiciydi. Sonunda da kül olan sinema ve yine Hans Landa. Bu arada yangın sırasında dışarı kaçmaya çalışan kişilere çeteden iki kişinin localardan mermi yağdırması sırasında inanılmaz zevk aldım. Vuhuuuu yağmurdan kaçarken doluya tutulmak bu olsa gerek.
Ve sıra büyük üstat Hans Landa'da. Kendisine şu ana kadar izlediğim en iyi karakter diyebilirim. O kadar çok sevdim bu adamı. Bu yüzden Christoph Waltz'u tebrik ediyorum, harika oynamış gerçekten. Colonel Hans Landa'nın görevi kaçan ya da saklanan Yahudileri bulup öldürmek. Bu işte de çok başarılı olduğu için kendisine 'Jew Hunter' yani 'Yahudi Avcısı' lakabı verilmiş. Bu lakabı ne kadar hak ettiğini zaten hemen ilk sahneden anlıyoruz. Üstelik bu yeteneğinin dışında Almanca, İngilizce ve Fransızca'yı gayet akıcı konuşabildiğini de görüyoruz. Shosanna ile karşılıklı oturup strudel yedikleri ve konuştukları sahnede iki karakter de inanılmaz gerilim yarattı. Acaba Landa Shosanna'yı tanıyacak mı? Shosanna bir pot kıracak mı? diye düşünürken epeyce gerilmişim. Casus ve aynı zamanda aktrislik yapan Alman oyuncu Bridget von Hammersmark'ın yaşanan çatışmalardan sonra kurtarılması ve ertesi gün galaya gelmesiyle, Hans Landa'nın bu defa da İtalyanca konuşabildiğini öğreniyoruz. Vay beee adamda dört dil birden var. Filmin sonunu da albayımız şekillendiriyor. Kendisinin de dediği gibi(ünlü bir düşünürden alıntı yapacakmışım gibi oldu) eğer telefonu kaldırırsa The Basterds'ın planı suya düşecekti ama kaldırmadığı taktirde de savaşı sonlandıracaktı. Nitekim telefona dokunmadı bile. Bu açıdan savaşı bitiren adam oldu. Üstüne üstlük bütün bunların arasında da kendine plan yapmayı başarmış. Bir telefonla kendini savaş kahramanı gibi gösterdi, tam vatandaşlık aldı ve bir adada ev sahibi oldu. Ben hayatımda kafası bu kadar çakallığa çalışan bir adam daha görmedim.
Sonuçta, bu film Quentin Tarantino'nun başyapıtı değil. Pulp Fiction dururken diğerlerini bu kategoriye sokmak ayıp olurdu. Ancak, kesinlikle izlenmesi gerektiğini düşündüğüm filmlerden biri. Hepsini geçtim Colonel Hans Landa karakteri için bile izlenir.
23 Haziran 2011 Perşembe
22 Haziran 2011 Çarşamba
There's Something About Mary
http://www.imdb.com/title/tt0129387/
Bu yazı söz konusu film hakkında önemli bilgiler içermektedir. Eğer filmi izlemediyseniz okumayınız ama belki okuyabilirsiniz de.
Bobby ve Peter Farrelly tarafında 1998 yılında çekilmiş komedi filmi. Kadrosunda Cameron Diaz, Ben Stiller, Matt Dillon ve Chris Elliott gibi isimler var.
Lisede aşık olduğu kızı yıllar sonra aramaya kalkan Ted, Mary'i bulabilmek için Healy isimli dedektifi tutar. Aksine bu dedektif de Mary'e aşık olunca olaylar gelişir. Ahanda filmimizin konusu bu.
Filmdeki Mary isimli şahıs tam aşık olunacak karakter. 654123 kişinin aynı anda aşık olması normal yani. Kız hem iyi niyetli, hem kardeşi de engelli olduğu için engellilere yardım etmeye çalıyor, yaşlılarla arası iyi, hem de güzeller güzeli. Ayrıca yan komşusu da sadece sıkıldığı için kendi evinde kalmasına da ses etmiyor. Bildiğin Polyanna.
Ortalamanın üzerinde güldüren bir film olmuş. Benim gibi absürt komedi sevenler için gayet absürt sahneleri var. Adam köpekle kavga ediyor yahu daha ne olsun? :) Spermle saç şekillendirme olayı var bir de. Yalnız ben arada şarkı söyleyen iki tipten davulcu olana takıldım en çok. Ya şarkıyı söyleyen adam gayet içten çalarken onun hiç de umrunda değilmiş gibi davula öylesine vurması beni çok güldürdü. En sonunda ise davul da olmadan sadece bagetlerle ritim tutmasıyla yerlere yattım artık. Bilmiyorum, belki de çok komik değildi. Amaaan neyse, ben güldüm işte.
Sonuç olarak, fazla özet geçtiğime bakmayın, izlemeye değer bir film bence. Filmi Türkçe'ye Ah Mary Vah Mary olarak çeviren arkadaşı da Allah nasıl biliyorsa öyle yapsın. Ah Mary Vah Mary ne lan?!
Bu yazı söz konusu film hakkında önemli bilgiler içermektedir. Eğer filmi izlemediyseniz okumayınız ama belki okuyabilirsiniz de.
Bobby ve Peter Farrelly tarafında 1998 yılında çekilmiş komedi filmi. Kadrosunda Cameron Diaz, Ben Stiller, Matt Dillon ve Chris Elliott gibi isimler var.
Lisede aşık olduğu kızı yıllar sonra aramaya kalkan Ted, Mary'i bulabilmek için Healy isimli dedektifi tutar. Aksine bu dedektif de Mary'e aşık olunca olaylar gelişir. Ahanda filmimizin konusu bu.
Filmdeki Mary isimli şahıs tam aşık olunacak karakter. 654123 kişinin aynı anda aşık olması normal yani. Kız hem iyi niyetli, hem kardeşi de engelli olduğu için engellilere yardım etmeye çalıyor, yaşlılarla arası iyi, hem de güzeller güzeli. Ayrıca yan komşusu da sadece sıkıldığı için kendi evinde kalmasına da ses etmiyor. Bildiğin Polyanna.
Ortalamanın üzerinde güldüren bir film olmuş. Benim gibi absürt komedi sevenler için gayet absürt sahneleri var. Adam köpekle kavga ediyor yahu daha ne olsun? :) Spermle saç şekillendirme olayı var bir de. Yalnız ben arada şarkı söyleyen iki tipten davulcu olana takıldım en çok. Ya şarkıyı söyleyen adam gayet içten çalarken onun hiç de umrunda değilmiş gibi davula öylesine vurması beni çok güldürdü. En sonunda ise davul da olmadan sadece bagetlerle ritim tutmasıyla yerlere yattım artık. Bilmiyorum, belki de çok komik değildi. Amaaan neyse, ben güldüm işte.
Sonuç olarak, fazla özet geçtiğime bakmayın, izlemeye değer bir film bence. Filmi Türkçe'ye Ah Mary Vah Mary olarak çeviren arkadaşı da Allah nasıl biliyorsa öyle yapsın. Ah Mary Vah Mary ne lan?!
20 Haziran 2011 Pazartesi
Little Miss Sunshine
http://www.imdb.com/title/tt0449059/
Bu yazı söz konusu film hakkında önemli bilgiler içermektedir. Eğer filmi izlemediyseniz okumayınız ama belki okuyabilirsiniz de.
2006 yılında Jonathan Dayton ve Valerie Faris tarafından çekilmiş, Steve Carell ve Alan Arkin gibi isimlerin rol aldığı dram, komedi.
Açıkçası enteresan bir film. İçinde hüzün var ama komedi de var. Hüzün dediysek insanın içini karartmıyor ama garip bir üzüntü yerleştiriyor. Müzikleri de gayet rahatlatıcı. Aslında bu film için 'rahatlamalık film' denilebilir. Hiç kasmadan, bazen duygulanarak bazen de gülerek geçireceğiniz 101 dakika vadediyor. Bittiğinde ise yüzünüzde aptal bir gülümseme bırakıyor.
Filmin hemen başında 1 saat 41 dakika boyunca izleyeceğimiz karakterleri tanımaya başlıyoruz. Önce, amacı güzellik yarışmasında birinci olmak olan evin küçük kızı Olive'i görüyoruz. Ardından evin babası geliyor ekrana. Kazanan - kaybeden konusuna kafayı takmış bir baba, Richard. Sıra Dwayne'de. Pilot olana kadar sessizlik yemini etmiş, Nietzche hayranı, evin liseli ergeni. Sonra dedemiz Edward geliyor. Uyuşturucu ve kadın düşkünü, garip bir adam. Tabii bu evin bir de annesi var. Çoğu kadın gibi ailesini dengede tutmaya çalışan Sheryl. En son olarak ise Frank; intihar etmeye kalkışmış, proust uzmanı, gay dayı.
Konuya gelecek olursak; yukarıda fertlerini tanıttığımız Hoover ailesi, küçük kızları Olive'in katılacağı 'Little Miss Sunshine' adlı güzellik yarışması için yola koyuluyor. Filmde de bu yolculuğun başını, yolculuğun kendisini ve sonunu izliyoruz.
Bence filmdeki en renkli sima Edward'dı. Büyük ihtimal birçok insana göre de böyledir. Olur olmaz konuşmaları, normalde bir dedenin torunuyla asla konuşmayacağı konuları çat diye söylemesi, sürekli eğlenmeye çalışan yapısıyla keşke bütün dedeler böyle olsa dedirtti :) Bu yüzden ölümü beni çok üzdü. Ancak o hayatı da o bünyenin kaldırması zor tabii. Neyse... Dwayne'in renk körü olduğu sahne filmi izleyen herkesin aklına kazınmıştır herhalde. Film boyunca kesin bu ilk konuşmasında küfür eder diye dalga geçtim ama çocuğun azından çıkan ilk kelime gerçekten de bir küfür oldu. İnsanın kendine bir hedef belirleyip, bu hedefi gerçekleştirebilmek ve bu doğrultuda azmini arttırmak için kendine yasaklar koyup çabalaması ama bu çabanın elinden hiçbir şey gelemeyeceği bir şey yüzünden boşa gitmesi o insanı hayata küstürebilecek kadar kötü. Pilot olmak istiyorsun ama renk körü olduğunu öğreniyorsun. Bu gibi bir haber hayattaki en kötü haberlerden sanırım. Gelelim Richard'a. Başlarda çok uyuz bir baba izlenimi veriyordu. Çocuklarını sürekli kazanan olmaya zorlayan bir baba ne kadar cana yakın olabilirdi ki? Fakat babasının ölümünden sonra sempatikleşmeye başladı bu adam. Kızının yarışmaya yetişebilmesi için babasının cesedini kaçırması büyük bir iş bence. Alt tarafı bir yarışma deyip kestirip atabilirdi. Sahnedeki kızına da destek olmasını bildi. Aferin diyorum buradan ona.
Filmin sonu aslında hiç beklemediğim şekilde gelişti. Normal bir Amerikan filminde ne olur? Son anda yarışmaya yetişilir, başroldeki kızımız harika bir şekilde yarışmayı bitirir ama onun kadar harika olan bir yan karakter daha vardır. İkisi çekişir, son anda başrolümüz yarışmayı kazanır ve mutlu mesut bir şekilde film biter. Bu filmde ise kız, dedesinin öğrettiği, striptize yakın bir dans sergiliyor. Ahahah hâlâ gülüyorum ben buna. Herkes ayıplarken tüm ailenin sahneye çıkıp delice dans etmesi Amerikan filmlerine göre oldukça absürttü. Yalnız belirtmeden geçemeyeceğim, ayrı bir paragrafta anlatmak istediğim bir nokta var.
Allah aşkına küçük kızlara makyaj yapmayın. Yalvarıyorum. Onlar nasıl tiplerdi öyle? Olive hariç hepsi birer ucubeye dönüşmüş resmen. Kızların suratlarının olduğu bölümler korku filmi tadındaydı. Böylece komedi ve dramın yanında korku kategorisine de sokabiliriz Little Miss Sunshine'ı. Tekrar ediyorum, lütfen yapmayın böyle şeyler.
Bu yazı söz konusu film hakkında önemli bilgiler içermektedir. Eğer filmi izlemediyseniz okumayınız ama belki okuyabilirsiniz de.
2006 yılında Jonathan Dayton ve Valerie Faris tarafından çekilmiş, Steve Carell ve Alan Arkin gibi isimlerin rol aldığı dram, komedi.
Açıkçası enteresan bir film. İçinde hüzün var ama komedi de var. Hüzün dediysek insanın içini karartmıyor ama garip bir üzüntü yerleştiriyor. Müzikleri de gayet rahatlatıcı. Aslında bu film için 'rahatlamalık film' denilebilir. Hiç kasmadan, bazen duygulanarak bazen de gülerek geçireceğiniz 101 dakika vadediyor. Bittiğinde ise yüzünüzde aptal bir gülümseme bırakıyor.
Filmin hemen başında 1 saat 41 dakika boyunca izleyeceğimiz karakterleri tanımaya başlıyoruz. Önce, amacı güzellik yarışmasında birinci olmak olan evin küçük kızı Olive'i görüyoruz. Ardından evin babası geliyor ekrana. Kazanan - kaybeden konusuna kafayı takmış bir baba, Richard. Sıra Dwayne'de. Pilot olana kadar sessizlik yemini etmiş, Nietzche hayranı, evin liseli ergeni. Sonra dedemiz Edward geliyor. Uyuşturucu ve kadın düşkünü, garip bir adam. Tabii bu evin bir de annesi var. Çoğu kadın gibi ailesini dengede tutmaya çalışan Sheryl. En son olarak ise Frank; intihar etmeye kalkışmış, proust uzmanı, gay dayı.
Konuya gelecek olursak; yukarıda fertlerini tanıttığımız Hoover ailesi, küçük kızları Olive'in katılacağı 'Little Miss Sunshine' adlı güzellik yarışması için yola koyuluyor. Filmde de bu yolculuğun başını, yolculuğun kendisini ve sonunu izliyoruz.
Bence filmdeki en renkli sima Edward'dı. Büyük ihtimal birçok insana göre de böyledir. Olur olmaz konuşmaları, normalde bir dedenin torunuyla asla konuşmayacağı konuları çat diye söylemesi, sürekli eğlenmeye çalışan yapısıyla keşke bütün dedeler böyle olsa dedirtti :) Bu yüzden ölümü beni çok üzdü. Ancak o hayatı da o bünyenin kaldırması zor tabii. Neyse... Dwayne'in renk körü olduğu sahne filmi izleyen herkesin aklına kazınmıştır herhalde. Film boyunca kesin bu ilk konuşmasında küfür eder diye dalga geçtim ama çocuğun azından çıkan ilk kelime gerçekten de bir küfür oldu. İnsanın kendine bir hedef belirleyip, bu hedefi gerçekleştirebilmek ve bu doğrultuda azmini arttırmak için kendine yasaklar koyup çabalaması ama bu çabanın elinden hiçbir şey gelemeyeceği bir şey yüzünden boşa gitmesi o insanı hayata küstürebilecek kadar kötü. Pilot olmak istiyorsun ama renk körü olduğunu öğreniyorsun. Bu gibi bir haber hayattaki en kötü haberlerden sanırım. Gelelim Richard'a. Başlarda çok uyuz bir baba izlenimi veriyordu. Çocuklarını sürekli kazanan olmaya zorlayan bir baba ne kadar cana yakın olabilirdi ki? Fakat babasının ölümünden sonra sempatikleşmeye başladı bu adam. Kızının yarışmaya yetişebilmesi için babasının cesedini kaçırması büyük bir iş bence. Alt tarafı bir yarışma deyip kestirip atabilirdi. Sahnedeki kızına da destek olmasını bildi. Aferin diyorum buradan ona.
Filmin sonu aslında hiç beklemediğim şekilde gelişti. Normal bir Amerikan filminde ne olur? Son anda yarışmaya yetişilir, başroldeki kızımız harika bir şekilde yarışmayı bitirir ama onun kadar harika olan bir yan karakter daha vardır. İkisi çekişir, son anda başrolümüz yarışmayı kazanır ve mutlu mesut bir şekilde film biter. Bu filmde ise kız, dedesinin öğrettiği, striptize yakın bir dans sergiliyor. Ahahah hâlâ gülüyorum ben buna. Herkes ayıplarken tüm ailenin sahneye çıkıp delice dans etmesi Amerikan filmlerine göre oldukça absürttü. Yalnız belirtmeden geçemeyeceğim, ayrı bir paragrafta anlatmak istediğim bir nokta var.
Allah aşkına küçük kızlara makyaj yapmayın. Yalvarıyorum. Onlar nasıl tiplerdi öyle? Olive hariç hepsi birer ucubeye dönüşmüş resmen. Kızların suratlarının olduğu bölümler korku filmi tadındaydı. Böylece komedi ve dramın yanında korku kategorisine de sokabiliriz Little Miss Sunshine'ı. Tekrar ediyorum, lütfen yapmayın böyle şeyler.
15 Haziran 2011 Çarşamba
The Big Lebowski
http://www.imdb.com/title/tt0118715/
Bu yazı söz konusu film hakkında önemli bilgiler içermektedir. Eğer filmi izlemediyseniz okumayınız ama belki okuyabilirsiniz de.
1998 yılında Joel Coen ve Ethan Coen tarafından yazılıp, yönetilmiş komedi filmi. Oyuncuları arasında Jeff Bridges, John Goodman, Julianne Moore ve Steve Buscemi gibi isimler var.
Filmin bütün olayı Jeffrey Lebowski namıdiğer The Dude'ın halısının üzerine işenmesi. Evet bu. Bütün film bu olaydan yola çıkarak şekilleniyor. Böyle bir olayla başlayan bir film ne kadar ciddi ilerleyebilir ki? Keza ilerlemiyor da.
Filmdeki her bir karakter inanılmaz garip ve umursamaz. The Dude dünyanın en rahat hareket eden adamı, Donny en malı ve de özellikle Walter en en en gamsız adamı. Gamsız sözcüğü bu adam için türetilmiş sanki. Böyle bir umrumda değil hiçbir şey havası başka kimsede yoktur herhalde. Bir de Jesus vardı. Bu üçlünün bowlingdeki rakipleri. Onun yaptığı hareketler zaten anlatılmaz, yaşanır. Ben film hakkında sadece Walter'ı anlatmak istiyorum. Ahahah bowling salonunda çizgiyi geçmesine rağmen sayı isteyen bir adama silah çeken bir insan ya, ikili tartışmalar yaparken kendini haklı çıkarmak için konuyla hiç de alakası olmayan şeyler anlatmaya başlayan, Yahudi olmamasına rağmen Yahudilerin Sebt Günü'nde hiçbir iş yapmayan bir insan. İnsan demek ne kadar doğru o da ayrı bir konu :) Donny ile de aralarında özel bir bağ var. Şöyle ki; Donny ne zaman konuşmaya kalksa Walter'ımız 'Shut the fuck up Donny' der. Öyle de sever Donny'i. Ha bir de, yukarıda bahsettiğim konuşmalarının ardından 'am I wrong?' deyip karşısındakinden onay beklemesi yok mu? Sadece Walter için bile izlenilebilir bu film.
The Dude'ın White Russian'ına da ayrı değinmek isterim. Film boyunca böyle höpürdete höpürdete o kadar güzel içiyor ki içki sevmeyen herhangi birinin bile canı çeker. White Russian'ı bayağı ünlü etmiştir herhalde.
Son olarak Coen Biraderler'e iki çift sözüm var. Bak beylerim, o Donny'i öldürmeyecektiniz. Tamam, bence filmin en komik sahnesi Walter'ın Donny'nin küllerini denize serpmeye çalışıp rüzgarın etkisiyle Lebowski'nin üzerine boşaltmasıydı ama Donny'i öldürmeyecektiniz, ayıp ettiniz.
Film, absürt komedi ve kara mizah severler için biçilmiş kaftan. Bu türü sevip bu filmi sevmemek imkansız.
Bu yazı söz konusu film hakkında önemli bilgiler içermektedir. Eğer filmi izlemediyseniz okumayınız ama belki okuyabilirsiniz de.
1998 yılında Joel Coen ve Ethan Coen tarafından yazılıp, yönetilmiş komedi filmi. Oyuncuları arasında Jeff Bridges, John Goodman, Julianne Moore ve Steve Buscemi gibi isimler var.
Filmin bütün olayı Jeffrey Lebowski namıdiğer The Dude'ın halısının üzerine işenmesi. Evet bu. Bütün film bu olaydan yola çıkarak şekilleniyor. Böyle bir olayla başlayan bir film ne kadar ciddi ilerleyebilir ki? Keza ilerlemiyor da.
Filmdeki her bir karakter inanılmaz garip ve umursamaz. The Dude dünyanın en rahat hareket eden adamı, Donny en malı ve de özellikle Walter en en en gamsız adamı. Gamsız sözcüğü bu adam için türetilmiş sanki. Böyle bir umrumda değil hiçbir şey havası başka kimsede yoktur herhalde. Bir de Jesus vardı. Bu üçlünün bowlingdeki rakipleri. Onun yaptığı hareketler zaten anlatılmaz, yaşanır. Ben film hakkında sadece Walter'ı anlatmak istiyorum. Ahahah bowling salonunda çizgiyi geçmesine rağmen sayı isteyen bir adama silah çeken bir insan ya, ikili tartışmalar yaparken kendini haklı çıkarmak için konuyla hiç de alakası olmayan şeyler anlatmaya başlayan, Yahudi olmamasına rağmen Yahudilerin Sebt Günü'nde hiçbir iş yapmayan bir insan. İnsan demek ne kadar doğru o da ayrı bir konu :) Donny ile de aralarında özel bir bağ var. Şöyle ki; Donny ne zaman konuşmaya kalksa Walter'ımız 'Shut the fuck up Donny' der. Öyle de sever Donny'i. Ha bir de, yukarıda bahsettiğim konuşmalarının ardından 'am I wrong?' deyip karşısındakinden onay beklemesi yok mu? Sadece Walter için bile izlenilebilir bu film.
The Dude'ın White Russian'ına da ayrı değinmek isterim. Film boyunca böyle höpürdete höpürdete o kadar güzel içiyor ki içki sevmeyen herhangi birinin bile canı çeker. White Russian'ı bayağı ünlü etmiştir herhalde.
Son olarak Coen Biraderler'e iki çift sözüm var. Bak beylerim, o Donny'i öldürmeyecektiniz. Tamam, bence filmin en komik sahnesi Walter'ın Donny'nin küllerini denize serpmeye çalışıp rüzgarın etkisiyle Lebowski'nin üzerine boşaltmasıydı ama Donny'i öldürmeyecektiniz, ayıp ettiniz.
Film, absürt komedi ve kara mizah severler için biçilmiş kaftan. Bu türü sevip bu filmi sevmemek imkansız.
12 Haziran 2011 Pazar
Hall Pass
http://www.imdb.com/title/tt0480687/
Bu yazı söz konusu film hakkında önemli bilgiler içermektedir. Eğer filmi izlemediyseniz okumayınız ama belki okuyabilirsiniz de.
2011 yılında vizyona girmiş Bobby Farrelly ve Peter Farrelly ortak yapımı. Başrollerinde The Office'den tanıdığımız Jenna Fischer, Owen Wilson, Jason Sudeikis ve Christina Applegate var.
Bildiğin çerezlik bir film. Öyle hayatın anlamını vermeyen filmlerden. O tür filmlerin de en iyisi sayılmaz, en kötüsü de sayılmaz. Ortalarda bir yerlerde yer bulabilir kendine.
Bence, filmden bekar erkeklerden çok evli erkekler zevk alabilir. Çünkü ortada evli bir erkeğe verilen bir haftalık özgürlük var. Üstelik filmdeki evli insanların yaşamı gerçek hayatta birçok insanınkiyle aynı. Gayet monoton bir hayat. Burada gerçekçiliği iyi yakalamışlar, haklarını verdim. Yalnız tamam çerezlik film dedik, hayatın anlamını bulmaya gerek yok dedik, muhteşem bir kurgunun olmasını beklemiyoruz ama Rick ve Fred 'izin'lerini aldıktan sonra bir türlü eşlerini aldatamayacakları kabak gibi belliydi be. Kadınların onlardan daha çok eğleneceği de. Sonunda tekrar birbirlerine deli gibi dönecekleri de. Her şey çok basitti. İnsanı bir meraklandır, sürpriz falan yap. Yok, dümdüz gitmişler. Filmin en komik yerini en sona koymuşlar: Stephen Merchant'ın canlandırdığı Gary karakterinin 'izni' aldığında yaşanacakları hayal etmesi. Sonda olması film bittikten sonra film hakkında daha olumlu bir izlenim bırakıyor insanda ama yerler mi? Yemezler.
Kısacası izlemezseniz ölmezsiniz, izlerseniz de ölmezsiniz.
Bu yazı söz konusu film hakkında önemli bilgiler içermektedir. Eğer filmi izlemediyseniz okumayınız ama belki okuyabilirsiniz de.
2011 yılında vizyona girmiş Bobby Farrelly ve Peter Farrelly ortak yapımı. Başrollerinde The Office'den tanıdığımız Jenna Fischer, Owen Wilson, Jason Sudeikis ve Christina Applegate var.
Bildiğin çerezlik bir film. Öyle hayatın anlamını vermeyen filmlerden. O tür filmlerin de en iyisi sayılmaz, en kötüsü de sayılmaz. Ortalarda bir yerlerde yer bulabilir kendine.
Bence, filmden bekar erkeklerden çok evli erkekler zevk alabilir. Çünkü ortada evli bir erkeğe verilen bir haftalık özgürlük var. Üstelik filmdeki evli insanların yaşamı gerçek hayatta birçok insanınkiyle aynı. Gayet monoton bir hayat. Burada gerçekçiliği iyi yakalamışlar, haklarını verdim. Yalnız tamam çerezlik film dedik, hayatın anlamını bulmaya gerek yok dedik, muhteşem bir kurgunun olmasını beklemiyoruz ama Rick ve Fred 'izin'lerini aldıktan sonra bir türlü eşlerini aldatamayacakları kabak gibi belliydi be. Kadınların onlardan daha çok eğleneceği de. Sonunda tekrar birbirlerine deli gibi dönecekleri de. Her şey çok basitti. İnsanı bir meraklandır, sürpriz falan yap. Yok, dümdüz gitmişler. Filmin en komik yerini en sona koymuşlar: Stephen Merchant'ın canlandırdığı Gary karakterinin 'izni' aldığında yaşanacakları hayal etmesi. Sonda olması film bittikten sonra film hakkında daha olumlu bir izlenim bırakıyor insanda ama yerler mi? Yemezler.
Kısacası izlemezseniz ölmezsiniz, izlerseniz de ölmezsiniz.
Groundhog Day
http://www.imdb.com/title/tt0107048/
Bu yazı söz konusu film hakkında önemli bilgiler içermektedir. Eğer filmi izlemediyseniz okumayınız ama belki okuyabilirsiniz de.
1993 yılında Harold Ramis tarafından çekilmiş fantastik komedi. Kadrosunda Bill Murray, Andie MacDowell ve Chris Elliott gibi isimler var.
Çok iyi film ya. Bir kere mantık müthiş. Daha önce görmedim, duymadım, bilmiyorum böyle bir konuya benzer bir film çekildiğini. Böyle yerlere yatıracak kadar gülünecek sahnesi pek yok ama izledikten sonra insanı, iyi ki izlemişim dedirtebiliyor.
Kısaca bilgi vermek gerekirse, Bill bir hava durumu sunucusu. Çalıştığı televizyon tarafından her yıl Groundhog Day'e gönderiliyor. Bu gün bir köstebek çıkıp kışın dört hafta daha sürüp sürmeyeceğini söylüyor ve insanlar eğleniyor falan. Normal olarak da Bill bu günden nefret ediyor. Böyle saçma bir şey kutlanır mı la? Neyse, Bill o hiç sevmediği günü geçirdikten sonra kar fırtınası yüzünden evine dönemeyince yine o şehirde kalıyor ve nefret ettiği günü tekrar tekrar yaşamaya başlıyor.
Aslında düşününce böyle bir şey yaşamanın o kadar da kötü olmadığı fark edilebilir. İstediğini yap, geleceği gör, ölme ihtimalin olmasın, Tanrı gibi davran ve bunun gibi bir çok şey yapılabilir. Böylece nefret edilen gün eğlenceli bir güne dönüştürülebilir. Bill de bunu fark ettikten sonra kendini eğlendirmeye bakıyor. Banka aracından para çalıp, beğendiği bir kadını bir günde elde etmeye çalışıyor. Başlarda hayat Bill'e güzelken bir yerden sonra insan bıkıyor tabii. Sonra başla kendini öldürmeye. Bu da sonuç vermeyince bari insanlara bir hayrım dokunsun diyen Bill, önüne gelene yardım etmeye başlıyor. Haber cümlesi gibi oldu bu cümle :) O evsiz amcamı kurtaramaması üzdü ama, olmadı o. Ha bir yandan da Rita'yı ayartmaya çalışıyordu bizim muhabir. Başlarda hep tokadı yemesine rağmen demek ki herkese yardımı dokunan bir insan olunca hedefe ulaşılabiliyormuş.
Filmde radyoda çalan şarkı bir yerlerden tanıdık geliyordu. Bu tür konularda da çok hassasım kafama takıldı mı illa ki bulmam lazım. Sonra bir anda dank etti. Bu şarkı Face2face isimli İngilizce kitabında geçiyor. Pre-intermediate olanında. Bu da böyle gereksiz bir bilgi olsun.
Sonuç olarak, enteresan, hoş, fantastik bir film. Bu tür filmlerden hoşlananlar sevecektir bunu da.
Bu yazı söz konusu film hakkında önemli bilgiler içermektedir. Eğer filmi izlemediyseniz okumayınız ama belki okuyabilirsiniz de.
1993 yılında Harold Ramis tarafından çekilmiş fantastik komedi. Kadrosunda Bill Murray, Andie MacDowell ve Chris Elliott gibi isimler var.
Çok iyi film ya. Bir kere mantık müthiş. Daha önce görmedim, duymadım, bilmiyorum böyle bir konuya benzer bir film çekildiğini. Böyle yerlere yatıracak kadar gülünecek sahnesi pek yok ama izledikten sonra insanı, iyi ki izlemişim dedirtebiliyor.
Kısaca bilgi vermek gerekirse, Bill bir hava durumu sunucusu. Çalıştığı televizyon tarafından her yıl Groundhog Day'e gönderiliyor. Bu gün bir köstebek çıkıp kışın dört hafta daha sürüp sürmeyeceğini söylüyor ve insanlar eğleniyor falan. Normal olarak da Bill bu günden nefret ediyor. Böyle saçma bir şey kutlanır mı la? Neyse, Bill o hiç sevmediği günü geçirdikten sonra kar fırtınası yüzünden evine dönemeyince yine o şehirde kalıyor ve nefret ettiği günü tekrar tekrar yaşamaya başlıyor.
Aslında düşününce böyle bir şey yaşamanın o kadar da kötü olmadığı fark edilebilir. İstediğini yap, geleceği gör, ölme ihtimalin olmasın, Tanrı gibi davran ve bunun gibi bir çok şey yapılabilir. Böylece nefret edilen gün eğlenceli bir güne dönüştürülebilir. Bill de bunu fark ettikten sonra kendini eğlendirmeye bakıyor. Banka aracından para çalıp, beğendiği bir kadını bir günde elde etmeye çalışıyor. Başlarda hayat Bill'e güzelken bir yerden sonra insan bıkıyor tabii. Sonra başla kendini öldürmeye. Bu da sonuç vermeyince bari insanlara bir hayrım dokunsun diyen Bill, önüne gelene yardım etmeye başlıyor. Haber cümlesi gibi oldu bu cümle :) O evsiz amcamı kurtaramaması üzdü ama, olmadı o. Ha bir yandan da Rita'yı ayartmaya çalışıyordu bizim muhabir. Başlarda hep tokadı yemesine rağmen demek ki herkese yardımı dokunan bir insan olunca hedefe ulaşılabiliyormuş.
Filmde radyoda çalan şarkı bir yerlerden tanıdık geliyordu. Bu tür konularda da çok hassasım kafama takıldı mı illa ki bulmam lazım. Sonra bir anda dank etti. Bu şarkı Face2face isimli İngilizce kitabında geçiyor. Pre-intermediate olanında. Bu da böyle gereksiz bir bilgi olsun.
Sonuç olarak, enteresan, hoş, fantastik bir film. Bu tür filmlerden hoşlananlar sevecektir bunu da.
8 Haziran 2011 Çarşamba
Inception
http://www.imdb.com/title/tt1375666/
Bu yazı söz konusu film hakkında önemli bilgiler içermektedir. Eğer filmi izlemediyseniz okumayınız ama belki okuyabilirsiniz de.
2010 yılına damgasını vurmuş filmlerden biri, bir Christopher Nolan yapımı.
Güzel olduğu kadar kafa yoran bir film Inception. Ben ilk izlediğimde birçok noktayı kaçırmıştım. Daha doğrusu kaçırmışım çünkü bunları ikinci izleyişimde ancak fark edebildim. Belki de benim kafamın fazla basmamasındandır, bilmiyorum. Ancak bildiğim bir şey var ki, o da filmin gayet iyi olduğu. Zaten filmi çeken insan Christopher Nolan, başrollerden biri Leonardo diCaprio olunca insanın kafasında direkt olarak bu filmin kötü olamayacağı düşüncesi beliriyor. Bir de üstüne bilimkurgu olunca oh mis.
Filmin konusu rüya içinde rüya görmek ve bu rüyalar sayesinde insanın bilinçaltına düşünceler yerleştirmek olarak basite indirgenebilir. Ama film ilerledikçe o kadar basit olmadığını görebiliyoruz. Bir kere öncelikle Ariadne'yi mimar yapmaya çalıştıkları sırada üst üste verilen bilgilerin(rüyaların süresi, paradokslar, rüya inşa etmek vs.) sindirilebilmeleri için süreye ihtiyacımız oluyor. İlk izlediğimde sinemada olduğum için böyle bir şansım yoktu, ikinci izleyişimde ise filmi o sırada ara ara durdurup üstünde biraz düşünmek taşları daha rahat yerine oturtmamı sağladı. Böylece filmin devamında sorulan sorular daha az oluyor bu da haliyle alınan zevki arttırıyor.
Film boyunca ilgimi en çok çeken şey Cobb'un psikolojisi oldu. Onun davranışlarından gerçeklikle rüya arasında nerede olduğunu bulmaya çalıştım. Filmin sonunda topacın düştüğüne inanırsak gayet basit oluyor anlamak ama eğer topaç düşmediyse o zaman işler karışıyor. Buradan Tom Hardy'nin karakteri Eames'e atlamak istiyorum. Filmde en karizmatik karakter buydu bence. Böyle bir çok bilmişlik havası falan. Arthur ile olan ufak atışmaları da gülümsetti.
Sıra geldi kafama takılanlara. Yine Ariadne'e mimarlık dersleri sırasında, Arthur kendi totemini göstererek herkesin kendine özgü bir toteminin olması ve bunu hiç kimseye vermemesi gerektiğini, böylece gerçek-rüya ayrımını yapabileceğini söylemişti. O zaman Cobb neden Mal'ın totemini kullanıyor? Bu, algısını değiştirmiyor mu? Ölen birinin totemi kullanılabiliyor mu? Burası biraz açıklansaymış güzel olurmuş. Bir diğeri, çatışma sahneleri. Kafama takılmaktan çok gerçekçi gelmedi bana. O kadar ateş ediyor adamlar dünyanın mermisini boşaltıyorlar ancak sadece Saito vuruluyor. Resmini ekleyeceğim bölümde içinde dört kişinin bulunduğu taksiye yaklaşık beş metreden ateş ediliyor ve kimseye bir şey olmuyor. Filmlerde en sevmediğim şeylerden biri bu. Bir başkası ise üçüncü rüya katmanında Cobb'un Ariadne'e Eames'in labirenti kesen bir yol ekleyip eklemediğini sormasının ardından kızın Cobb'a anlatması biraz saçma geldi. Cobb'a hiç söylemeden sessizce telsizden yolu diğerlerine söylese olay kapanırdı. Cobb'a söyledi, Mal geldi, dördüncü katmana gitmek zorunda kaldılar. Son olarak tabii ki herkesin kafasında soru oluşturan şey; topacın düşüp düşmemesi. Bence o topaç düştü. Nedeni yok, ben düşmesini istiyorum arkadaş. Cobb'un çocuklar da büyüdüydü zaten. Rüya görüyorsa nasıl büyüdüklerini görsün ki dimi Güntekin? Ha bir de Mal diye isim mi olur ya? O ismi duydukça konsantrasyonu bozulmayan Türk yoktur herhalde. :)
Yazımızın sonuna geldik. Bu filmi izleyip sevenlere tavsiyem tekrar izlemeleri. Bazı filmleri bir defa izlemek yeter. İkinci izleyişte izleyeni sıkabilir ancak bu film öyle değil. İlk izlendiğinde kaçırılan yerler yakalandıkça alınan zevk daha da artıyor.
Bu yazı söz konusu film hakkında önemli bilgiler içermektedir. Eğer filmi izlemediyseniz okumayınız ama belki okuyabilirsiniz de.
2010 yılına damgasını vurmuş filmlerden biri, bir Christopher Nolan yapımı.
Güzel olduğu kadar kafa yoran bir film Inception. Ben ilk izlediğimde birçok noktayı kaçırmıştım. Daha doğrusu kaçırmışım çünkü bunları ikinci izleyişimde ancak fark edebildim. Belki de benim kafamın fazla basmamasındandır, bilmiyorum. Ancak bildiğim bir şey var ki, o da filmin gayet iyi olduğu. Zaten filmi çeken insan Christopher Nolan, başrollerden biri Leonardo diCaprio olunca insanın kafasında direkt olarak bu filmin kötü olamayacağı düşüncesi beliriyor. Bir de üstüne bilimkurgu olunca oh mis.
Filmin konusu rüya içinde rüya görmek ve bu rüyalar sayesinde insanın bilinçaltına düşünceler yerleştirmek olarak basite indirgenebilir. Ama film ilerledikçe o kadar basit olmadığını görebiliyoruz. Bir kere öncelikle Ariadne'yi mimar yapmaya çalıştıkları sırada üst üste verilen bilgilerin(rüyaların süresi, paradokslar, rüya inşa etmek vs.) sindirilebilmeleri için süreye ihtiyacımız oluyor. İlk izlediğimde sinemada olduğum için böyle bir şansım yoktu, ikinci izleyişimde ise filmi o sırada ara ara durdurup üstünde biraz düşünmek taşları daha rahat yerine oturtmamı sağladı. Böylece filmin devamında sorulan sorular daha az oluyor bu da haliyle alınan zevki arttırıyor.
Film boyunca ilgimi en çok çeken şey Cobb'un psikolojisi oldu. Onun davranışlarından gerçeklikle rüya arasında nerede olduğunu bulmaya çalıştım. Filmin sonunda topacın düştüğüne inanırsak gayet basit oluyor anlamak ama eğer topaç düşmediyse o zaman işler karışıyor. Buradan Tom Hardy'nin karakteri Eames'e atlamak istiyorum. Filmde en karizmatik karakter buydu bence. Böyle bir çok bilmişlik havası falan. Arthur ile olan ufak atışmaları da gülümsetti.
Sıra geldi kafama takılanlara. Yine Ariadne'e mimarlık dersleri sırasında, Arthur kendi totemini göstererek herkesin kendine özgü bir toteminin olması ve bunu hiç kimseye vermemesi gerektiğini, böylece gerçek-rüya ayrımını yapabileceğini söylemişti. O zaman Cobb neden Mal'ın totemini kullanıyor? Bu, algısını değiştirmiyor mu? Ölen birinin totemi kullanılabiliyor mu? Burası biraz açıklansaymış güzel olurmuş. Bir diğeri, çatışma sahneleri. Kafama takılmaktan çok gerçekçi gelmedi bana. O kadar ateş ediyor adamlar dünyanın mermisini boşaltıyorlar ancak sadece Saito vuruluyor. Resmini ekleyeceğim bölümde içinde dört kişinin bulunduğu taksiye yaklaşık beş metreden ateş ediliyor ve kimseye bir şey olmuyor. Filmlerde en sevmediğim şeylerden biri bu. Bir başkası ise üçüncü rüya katmanında Cobb'un Ariadne'e Eames'in labirenti kesen bir yol ekleyip eklemediğini sormasının ardından kızın Cobb'a anlatması biraz saçma geldi. Cobb'a hiç söylemeden sessizce telsizden yolu diğerlerine söylese olay kapanırdı. Cobb'a söyledi, Mal geldi, dördüncü katmana gitmek zorunda kaldılar. Son olarak tabii ki herkesin kafasında soru oluşturan şey; topacın düşüp düşmemesi. Bence o topaç düştü. Nedeni yok, ben düşmesini istiyorum arkadaş. Cobb'un çocuklar da büyüdüydü zaten. Rüya görüyorsa nasıl büyüdüklerini görsün ki dimi Güntekin? Ha bir de Mal diye isim mi olur ya? O ismi duydukça konsantrasyonu bozulmayan Türk yoktur herhalde. :)
Yazımızın sonuna geldik. Bu filmi izleyip sevenlere tavsiyem tekrar izlemeleri. Bazı filmleri bir defa izlemek yeter. İkinci izleyişte izleyeni sıkabilir ancak bu film öyle değil. İlk izlendiğinde kaçırılan yerler yakalandıkça alınan zevk daha da artıyor.
4 Haziran 2011 Cumartesi
Pulp Fiction
http://www.imdb.com/title/tt0110912/
Bu yazı söz konusu film hakkında önemli bilgiler içermektedir. Eğer filmi izlemediyseniz okumayınız ama belki okuyabilirsiniz de.
1994 yılıında Quentin Tarantino tarafından çekilmiş, boşrollerini Uma Thurman, Samuel L. Jackson, John Travolta ve Bruce Willis'in paylaştığı bir başyapıt.
154 dakika boyunca size tamamen eğlence vadediyor film. En azından ben izlerken inanılmaz eğlendim. Özellikle Jules(Samuel L. Jackson) karakteri harikaydı. Ayrıca Quentin Tarantino'yu bana sevdiren filmdir. Zaten Quentin Tarantino'yu bugünlere getiren film olmuş. Bu filmden sonra kendisinin tüm filmlerini izlemeye koyuldum. Yani bağımlılık yaratabiliyor .:)
Konuya bodoslama dalarak herkesin merak ettiği çantadan girmek istiyorum. Bu konuda çeşitli teoriler mevcut. Kimisi içinde Oscar ödülünün olduğunu ve Quentin Tarantino ödülü kazandığında ortaya çıkarmayı planladığını ancak kazanamayınca bir sır olarak kaldığını, kimisi ise sadece seyirciyi meraklandırmak için oraya konduğunu düşünüyor. Bu bakıma çanta tamamen sizin hayal gücünüze kalmış oluyor.
Filmin konusuna gelecek olursak... bence gelmeyelim. Çünkü gelirsek bu yazı uzaaaar gider. o kadar çok karakter, o kadar çok konu var ki düzgün bir biçimde anlatabilmek çok zor. üstelik film ana bir konu ve onun etrafında gelişen olaylar şeklinde çekilmemiş. adı üstünde, üzerinde kafa yorulacak bir senaryosu yok, zaten amacı da bu değil
Film çok iyi kurgulanmış. Önce verilen alakasız bölümden sonra arkasından geleni görünce insan bir aydınlanma yaşıyor resmen. Filmin çok iyi olan diğer bir yönü ise diyaloglar. Özellikle Vincent ve Jules'un arasında geçen konuşmalar inanılmaz güzellikte. The Godfather'da her biri aforizma olabilecek 'vaaaaay ne güzel söylemiş' şeklinde tepki verilebilecek diyaloglar varken aksine bu filmde seyirciye bu tepkiyi verdirtmemesine rağmen konunun içine öyle bir çekiyor ki 10 dakikalık konuşmalar sanki bir an içinde konuşulmuş gibi geliyor. Vincent ve Jules'un ayak masajının bir anlamının olup olmadığı tartışması ve üstlerine mermi boşaltılmasına rağmen tek birinin isabet etmemesini birinin tesadüf diğerinin Tanrı tarafından gelen bir mucize olarak görmesi buna iyi bir örnek teşkil ediyor. İkisinin en iyi diyaloğu ise şüphesiz arabayı temizlerken yaşanan tartışma. O bölümü geriye sarıp sarıp tekrardan izledim.
Diğer tarafta Butch var tabii ki. Marsellus'u satan boksörümüz. Aslında bence buna Marsellus kendisi neden oldu, biraz da Vincent. Çünkü adamı o kadar ezdiler ki o da dayanamayıp yenilmesi gereken boksörü öldürdü. Babasının saatinin hikâyesi de iyiydi.
Bu yazıyı okuyorsanız büyük ihtimalle bu filmi zaten izlemişsinizdir. O yüzden tavsiyem şu; tekrar izleyin. Ha eğer izlemediyseniz kesinlikle izleyin.
Bu yazı söz konusu film hakkında önemli bilgiler içermektedir. Eğer filmi izlemediyseniz okumayınız ama belki okuyabilirsiniz de.
1994 yılıında Quentin Tarantino tarafından çekilmiş, boşrollerini Uma Thurman, Samuel L. Jackson, John Travolta ve Bruce Willis'in paylaştığı bir başyapıt.
154 dakika boyunca size tamamen eğlence vadediyor film. En azından ben izlerken inanılmaz eğlendim. Özellikle Jules(Samuel L. Jackson) karakteri harikaydı. Ayrıca Quentin Tarantino'yu bana sevdiren filmdir. Zaten Quentin Tarantino'yu bugünlere getiren film olmuş. Bu filmden sonra kendisinin tüm filmlerini izlemeye koyuldum. Yani bağımlılık yaratabiliyor .:)
Konuya bodoslama dalarak herkesin merak ettiği çantadan girmek istiyorum. Bu konuda çeşitli teoriler mevcut. Kimisi içinde Oscar ödülünün olduğunu ve Quentin Tarantino ödülü kazandığında ortaya çıkarmayı planladığını ancak kazanamayınca bir sır olarak kaldığını, kimisi ise sadece seyirciyi meraklandırmak için oraya konduğunu düşünüyor. Bu bakıma çanta tamamen sizin hayal gücünüze kalmış oluyor.
Filmin konusuna gelecek olursak... bence gelmeyelim. Çünkü gelirsek bu yazı uzaaaar gider. o kadar çok karakter, o kadar çok konu var ki düzgün bir biçimde anlatabilmek çok zor. üstelik film ana bir konu ve onun etrafında gelişen olaylar şeklinde çekilmemiş. adı üstünde, üzerinde kafa yorulacak bir senaryosu yok, zaten amacı da bu değil
Film çok iyi kurgulanmış. Önce verilen alakasız bölümden sonra arkasından geleni görünce insan bir aydınlanma yaşıyor resmen. Filmin çok iyi olan diğer bir yönü ise diyaloglar. Özellikle Vincent ve Jules'un arasında geçen konuşmalar inanılmaz güzellikte. The Godfather'da her biri aforizma olabilecek 'vaaaaay ne güzel söylemiş' şeklinde tepki verilebilecek diyaloglar varken aksine bu filmde seyirciye bu tepkiyi verdirtmemesine rağmen konunun içine öyle bir çekiyor ki 10 dakikalık konuşmalar sanki bir an içinde konuşulmuş gibi geliyor. Vincent ve Jules'un ayak masajının bir anlamının olup olmadığı tartışması ve üstlerine mermi boşaltılmasına rağmen tek birinin isabet etmemesini birinin tesadüf diğerinin Tanrı tarafından gelen bir mucize olarak görmesi buna iyi bir örnek teşkil ediyor. İkisinin en iyi diyaloğu ise şüphesiz arabayı temizlerken yaşanan tartışma. O bölümü geriye sarıp sarıp tekrardan izledim.
Diğer tarafta Butch var tabii ki. Marsellus'u satan boksörümüz. Aslında bence buna Marsellus kendisi neden oldu, biraz da Vincent. Çünkü adamı o kadar ezdiler ki o da dayanamayıp yenilmesi gereken boksörü öldürdü. Babasının saatinin hikâyesi de iyiydi.
Bu yazıyı okuyorsanız büyük ihtimalle bu filmi zaten izlemişsinizdir. O yüzden tavsiyem şu; tekrar izleyin. Ha eğer izlemediyseniz kesinlikle izleyin.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)