http://www.imdb.com/title/tt0085959/
Bu yazı söz konusu film hakkında önemli bilgiler içermektedir. Eğer filmi izlemediyseniz okumayınız ama belki okuyabilirsiniz de.
1983 yılında çekilmiş bir Monty Python filmi daha. Diğerlerine göre komedi düzeyi daha düşük ancak eleştiri yönü daha yüksek.
Kesinlikle yüksek zeka ürünü olan bir film olmuş The Meaning of Life. Başta verilen kısa filmde binanın gerçektende demir alıp gitmeye başladığı anda 'Oha oha noluyo lan!?' demeye başladım. Çok yaratıcı bir bölüm olmuş orası. Ayrıca adamlar filmin ortasında durup seyirciye 'Balığı bulun.' diyorlar. Bu kafaya sahip olmak çok kolay bir şey olmasa gerek.
Filmde çocukların dersten önce sus pus oturup hocanın geldiğinin duyulmasıyla şımarmaya başlamaları bence en komik sahneydi. Onun dışında Ortaçağ İngiliz zindanları tarzında döşenmiş, içinde felsefi sohbetler yapılan restoran da çok iyiydi. Mr. Creosote'nin bölümü ise gayet iğrençti. Yalnız o bölümden sonra bir komediden beklenmeyecek şekilde sürükleyiciydi film. Tabii ki hayatın anlamını bu film sayesinde çözemeyecektik ama acaba onların akıllarından nasıl bir tanım geçti diye merk etmedim de değil. Garsonun arkasından onu takip etmemiz, bizi sürekli bir yerler doğru götürmesi bayağı merak uyandırdı açıkçası. Sonunda da 'Siktirin gidin!' dedi bize ama olsun.
Bu filmin de sonunu çok güzledi. Hayatın Anlamı'nın bir zarf içinde getirilmesi eve içinden çıkanlar: İyi davranmaya çalışın, yağ yemekten kaçının, kitap okuyun, yürüyüşe çıkın, inancı ve memleketi neresi olursa olsun, herkesle huzur ve uyum içinde yaşayın.
Ve bu sözlerin arkasından gelen, sansürcüleri kızdırmak için kullanılan penis fotoğrafları. Tabii fotoğraflar gerçekten gelmedi ancak bu iki cümleyi de arka arkaya kullanmışlar. Ve şu anda televizyonun içindeki durumu adamlar yaklaşık 30 yıl önceden belirtmişler, takdir edilesi. Filmde rol alan balıklara da ayrıca teşekkürler.
20 Şubat 2012 Pazartesi
Life of Brian
http://www.imdb.com/title/tt0079470/
Bu yazı söz konusu film hakkında önemli bilgiler içermektedir. Eğer filmi izlemediyseniz okumayınız ama belki okuyabilirsiniz de.
1979 yılında çekilmiş, yönetmenliğini Terry Jones'un yaptığı, kadrosunda Graham Chapman, John Cleese ve Michael Palin gibi isimlerin olduğu absürt komedi.
İngiliz komedisinin şu ana kadar keşfettiğim en iyi grubu olan Monty Python tarafından ortaya çıkarılmış Life of Brian. Bu grup öyle bir grup ki, komedi dalında en sevdiğim filmler arasında ilk iki sırayı Monty Python filmleri alır. Bunlardan biri de bu işte.
Bilmeyen varsa, bu adamlar işin içine absürtlük katarak aklınıza gelebilecek her türlü oluşumu eleştirir, bu oluşumlarla dalga geçer. Eğer sizin de komedi anlayışınız yapılan saçmalıklara gülmekten geçiyorsa bu film ve diğer Monty Python filmleri tam size göre. Çünkü hepsi birbirinden saçma. Yalnız yanlış anlaşılma olmasın. İşlenen konulara bakıldığında gayet gerçekçi temalar var. Sadece o konuların işleniş biçimleri farklı. Filmi güzel kılan şey de bence bu.
Geçelim filme. Geçelim de ne anlatacağım ki ben şimdi? Dinlerle dalgalarını geçmişler işte. Sürekli oraya buraya göndermeler var. Bütün film de bundan ibaret. Anlatılmaz yaşanır derler ya öyle bir film olmuş. Anca hoşuma giden sahneleri belirtebilirim burada. Onun da yazıda ne kadar komik durabileceği büyük bir muamma.
Neyse, aklımda kalan birkaç örneği vermeye çalışayım. Direkt filmin başında yarıcı bir sahne var zaten. Eve üç bilge geliyor, Brian'ı kutsamaya. Brian daha bebek tabii. Başında da annesi var. Adamlar içeriye sessizce girip geldiklerini belli etmek için hafifçe öksürdüklerinde Brian'ın annesi şöyle bir dönüp bakıyor ve küüüüt!!! sandalyeden düşüyor. Ahaha ne diye düşersin be kadın? Ne alaka yani? Eeeh işte öyle.
Yine başlarda bir kadının seslendirdiği bir şarkı var. Sözler filme uygun olacak derecede saçma olsa da melodisi ve müziği çok hoşuma gitti nedense.
İnsan taşlama sahnesinde de erkek kılığına girmiş kadınların daha taşlama başlamadan önce taş atanları ispiyonlarken ince seslerle 'She! She!' diye bağırmaktan kalın seslerle 'He! He!'ye dönmeleri de güzeldi. Bir de o kadınlardan biri Brian'ın annesi. Onu da bir erkek canlandırıyor. Yani şöyle bir durum var: kadın rolünü canlandıran erkek, filmde sakal takarak erkek gibi görünmeye çalışıyor. İşte absürt komedi bu! Merhaba ben Murat Kosova.
Vallahi filmin sonunu çok beğendim. Çarmıha gerilmiş adamlar ve hep birlikte always look on to bright side of life'ı söylüyorlar. Negzel. Absürt komedi seviyorsanız mulaka izleyin, izlettirin.
Bu yazı söz konusu film hakkında önemli bilgiler içermektedir. Eğer filmi izlemediyseniz okumayınız ama belki okuyabilirsiniz de.
1979 yılında çekilmiş, yönetmenliğini Terry Jones'un yaptığı, kadrosunda Graham Chapman, John Cleese ve Michael Palin gibi isimlerin olduğu absürt komedi.
İngiliz komedisinin şu ana kadar keşfettiğim en iyi grubu olan Monty Python tarafından ortaya çıkarılmış Life of Brian. Bu grup öyle bir grup ki, komedi dalında en sevdiğim filmler arasında ilk iki sırayı Monty Python filmleri alır. Bunlardan biri de bu işte.
Bilmeyen varsa, bu adamlar işin içine absürtlük katarak aklınıza gelebilecek her türlü oluşumu eleştirir, bu oluşumlarla dalga geçer. Eğer sizin de komedi anlayışınız yapılan saçmalıklara gülmekten geçiyorsa bu film ve diğer Monty Python filmleri tam size göre. Çünkü hepsi birbirinden saçma. Yalnız yanlış anlaşılma olmasın. İşlenen konulara bakıldığında gayet gerçekçi temalar var. Sadece o konuların işleniş biçimleri farklı. Filmi güzel kılan şey de bence bu.
Geçelim filme. Geçelim de ne anlatacağım ki ben şimdi? Dinlerle dalgalarını geçmişler işte. Sürekli oraya buraya göndermeler var. Bütün film de bundan ibaret. Anlatılmaz yaşanır derler ya öyle bir film olmuş. Anca hoşuma giden sahneleri belirtebilirim burada. Onun da yazıda ne kadar komik durabileceği büyük bir muamma.
Neyse, aklımda kalan birkaç örneği vermeye çalışayım. Direkt filmin başında yarıcı bir sahne var zaten. Eve üç bilge geliyor, Brian'ı kutsamaya. Brian daha bebek tabii. Başında da annesi var. Adamlar içeriye sessizce girip geldiklerini belli etmek için hafifçe öksürdüklerinde Brian'ın annesi şöyle bir dönüp bakıyor ve küüüüt!!! sandalyeden düşüyor. Ahaha ne diye düşersin be kadın? Ne alaka yani? Eeeh işte öyle.
Yine başlarda bir kadının seslendirdiği bir şarkı var. Sözler filme uygun olacak derecede saçma olsa da melodisi ve müziği çok hoşuma gitti nedense.
İnsan taşlama sahnesinde de erkek kılığına girmiş kadınların daha taşlama başlamadan önce taş atanları ispiyonlarken ince seslerle 'She! She!' diye bağırmaktan kalın seslerle 'He! He!'ye dönmeleri de güzeldi. Bir de o kadınlardan biri Brian'ın annesi. Onu da bir erkek canlandırıyor. Yani şöyle bir durum var: kadın rolünü canlandıran erkek, filmde sakal takarak erkek gibi görünmeye çalışıyor. İşte absürt komedi bu! Merhaba ben Murat Kosova.
Vallahi filmin sonunu çok beğendim. Çarmıha gerilmiş adamlar ve hep birlikte always look on to bright side of life'ı söylüyorlar. Negzel. Absürt komedi seviyorsanız mulaka izleyin, izlettirin.
16 Şubat 2012 Perşembe
One Flew Over the Cuckoo's Nest
http://www.imdb.com/title/tt0073486/
Bu yazı söz konusu film hakkında önemli bilgiler içermektedir. Eğer filmi izlemediyseniz okumayınız ama belki okuyabilirsiniz de.
1975 yılında Milos Forman tarafından çekilmiş, Jack Nicholson, Danny DeVito ve Louise Fletcher gibi isimlerin rol aldığı 5 Oscarlı film.
Filmin başında görüyoruz ki hastane, bir düzeni olan, içerisinden basketbol sahası, televizyon gibi hastaların eğlence araçlarını bulunduran, hemşirelerin hastalarla ilgili olduğu, arada sırada hastaların otobüsle gezmeye çıkabildiği, görünüşte çok iyi bir yer. Film devam ettikçe anlıyoruz ki aslında hiçbir şey göründüğü gibi değil(fiyakalı bir cümle oldu bu).
Hastalar da gayet zararsız, kendi kendilerine takılan insanlar. Hatta birçoğu orada zorla değil, kendi istekleriyle duruyorlar. McMurphy'nin gelişiyle artık onların dilinden anlayan biri de aralarına katılmış oluyor. Hem kafası çalışan hem de diğerlerine hasta gözüyle değil de normal birer arkadaşmış gibi davranması hepsinin ilgisini çekiyor. Zaten Şef'i de konuşturmasının en büyük nedeni bu. Herkes Şef sağır ve dilsiz diye onunla iletişim kurmaya hiç niyetlenmezken McMurphy sanki o zaten duyuyormuş gibi davranarak onunla anlaşmayı başardı. Aslında McMurphy'nin karakterini en güzel anlatan bölüm, iddiaya girdiği çeşmeyi kaldıramadıktan sonra söylediği o sözlerde saklı: ''En azından denedim.'' Adam başaramasa bile sürekli bir şeyler deneme peşinde.
Hastanedeki diğer hastalara geldiğimizde ise, onlar da birbirinden değişik ve güzel karakterlere sahipler. Bir kere oyunculuklar harika. Onu belirteyim. Hepsi de rollerinin hakkını vermişler. Örneğin Bill o kadar güzel kekeme konuşuyor ki onun takıldığı yerlerde insanın biraz daha ekrana yaklaşıp 'Ha gayret ha çıktı ağzından, hıh söyledin işte.' diyesi geliyor. Taber zaten bir troll simgesi olmuş. Kim bir şey anlatsa hemen onun aleyhinde, söyleyecek ve sinirini bozacak bir şey bulabiliyor.
Kişisellik dışında bir grup olarak da, McMurph'nin uyandırmasıyla, hayattan daha fazla zevk almayı başarıyorlar. Kart oyununda birbirlerine kuralları öğretmeye çalışmaları, basketbol oynarken Şef'in potanın içinden top çıkarmasına rağmen aldırmayıp 'delice' sevinmeleri, Hemşire Ratched'in izin vermemesine rağmen McMurphy'nin spikerliği eşliğinde sanki maçı izliyormuşçasına heyecanlanmaları mutlu olabilmelerinin ne kadar kolay olduğunu gösteriyor.
Filmin klişe bir tabirle 'kurulan düzene karşı çıktığı' zaten biliniyor. Bunu da ince ince işleyerek çok güzel bir biçimde anlatmışlar. Ha benim filmden çıkardığım nedir? Bence, insanlara kurulu düzenin karşısına çıkmanın ne gibi sonuçlar doğuracağını göstermeye çalışmışlar. İyi veya kötü. Çünkü ikisi de var. Zaten McMurphy'i başta çok çalışmak istemediği ve kendi kafasına göre hareket ettiği için o hastaneye tıktılar. Diğerleri de kendi istekleri doğrultusunda gelmelerine rağmen Hemşire Ratched'in kendilerini dinliyormuş gibi davranıp aslında onlara oraya ait olduklarını düşündürtmesiyle arada kalmış insanlar. Cheswick'in sigaralarını geri isterken kullandığı sözler de buna biraz da olsa karşı çıktığını gösteriyor. Sigaralarına başkaları tarafından el konulmuş, canları ne zaman isterse çıkarıp birkaç tane veriyorlar. O da bunun yanlış olduğunu kendince belirtmeye çalıştı. Sonunda da kurulan düzene karşı çıkmanın cezası olarak elektroşoku yedi. Billy anne korkusunun yanında Hemşire Ratched'in kural takıntısıyla öldü, ufak bir tartışmada sesleri kesildi, McMurphy'e lobotomi yapıldı ama bütün bunlara rağmen McMurphy'nin inatçılığıyla bir kişi de olsa oradan uzaklaşmayı başarabildi. Belki Şef'in kaçışını gören diğer hastalar da ileride bu içgüdüyle hareket edebilecekler. McMurphy kendisi için olmasa da diğerleri için bir şeyler başarabilmiş oldu böylece.
Hemşire Ratched ile ilgili de birkaç şey söylemezsem olmaz. Bence bu kadın içinde kötülük olan biri değildi. McMurphy'e karşı kişisel bir kini olabilir belki ama genel olarak hastaların kötülüğünü isteyen biri gibi gelmedi bana. Sadece kendi düşünceleri doğrultusunda çok yanlış kararlar veren biriydi. Hepimizin hayatında da vardır böyle birileri. Okulda falan görmüşsünüzdür böyle öğretmenler. Disiplin uğruna her şeyi yaparlar. Ama onların düşüncesine göre bu yanlış değildir. Sadece insanların bu şekilde daha iyi olabileceğine inanırlar.
Diğer hemşireyi de Lily Allen canlandırıyordu. O da dikkatlerden kaçmadı. :)
Bu yazı söz konusu film hakkında önemli bilgiler içermektedir. Eğer filmi izlemediyseniz okumayınız ama belki okuyabilirsiniz de.
1975 yılında Milos Forman tarafından çekilmiş, Jack Nicholson, Danny DeVito ve Louise Fletcher gibi isimlerin rol aldığı 5 Oscarlı film.
Filmin başında görüyoruz ki hastane, bir düzeni olan, içerisinden basketbol sahası, televizyon gibi hastaların eğlence araçlarını bulunduran, hemşirelerin hastalarla ilgili olduğu, arada sırada hastaların otobüsle gezmeye çıkabildiği, görünüşte çok iyi bir yer. Film devam ettikçe anlıyoruz ki aslında hiçbir şey göründüğü gibi değil(fiyakalı bir cümle oldu bu).
Hastalar da gayet zararsız, kendi kendilerine takılan insanlar. Hatta birçoğu orada zorla değil, kendi istekleriyle duruyorlar. McMurphy'nin gelişiyle artık onların dilinden anlayan biri de aralarına katılmış oluyor. Hem kafası çalışan hem de diğerlerine hasta gözüyle değil de normal birer arkadaşmış gibi davranması hepsinin ilgisini çekiyor. Zaten Şef'i de konuşturmasının en büyük nedeni bu. Herkes Şef sağır ve dilsiz diye onunla iletişim kurmaya hiç niyetlenmezken McMurphy sanki o zaten duyuyormuş gibi davranarak onunla anlaşmayı başardı. Aslında McMurphy'nin karakterini en güzel anlatan bölüm, iddiaya girdiği çeşmeyi kaldıramadıktan sonra söylediği o sözlerde saklı: ''En azından denedim.'' Adam başaramasa bile sürekli bir şeyler deneme peşinde.
Hastanedeki diğer hastalara geldiğimizde ise, onlar da birbirinden değişik ve güzel karakterlere sahipler. Bir kere oyunculuklar harika. Onu belirteyim. Hepsi de rollerinin hakkını vermişler. Örneğin Bill o kadar güzel kekeme konuşuyor ki onun takıldığı yerlerde insanın biraz daha ekrana yaklaşıp 'Ha gayret ha çıktı ağzından, hıh söyledin işte.' diyesi geliyor. Taber zaten bir troll simgesi olmuş. Kim bir şey anlatsa hemen onun aleyhinde, söyleyecek ve sinirini bozacak bir şey bulabiliyor.
Kişisellik dışında bir grup olarak da, McMurph'nin uyandırmasıyla, hayattan daha fazla zevk almayı başarıyorlar. Kart oyununda birbirlerine kuralları öğretmeye çalışmaları, basketbol oynarken Şef'in potanın içinden top çıkarmasına rağmen aldırmayıp 'delice' sevinmeleri, Hemşire Ratched'in izin vermemesine rağmen McMurphy'nin spikerliği eşliğinde sanki maçı izliyormuşçasına heyecanlanmaları mutlu olabilmelerinin ne kadar kolay olduğunu gösteriyor.
Filmin klişe bir tabirle 'kurulan düzene karşı çıktığı' zaten biliniyor. Bunu da ince ince işleyerek çok güzel bir biçimde anlatmışlar. Ha benim filmden çıkardığım nedir? Bence, insanlara kurulu düzenin karşısına çıkmanın ne gibi sonuçlar doğuracağını göstermeye çalışmışlar. İyi veya kötü. Çünkü ikisi de var. Zaten McMurphy'i başta çok çalışmak istemediği ve kendi kafasına göre hareket ettiği için o hastaneye tıktılar. Diğerleri de kendi istekleri doğrultusunda gelmelerine rağmen Hemşire Ratched'in kendilerini dinliyormuş gibi davranıp aslında onlara oraya ait olduklarını düşündürtmesiyle arada kalmış insanlar. Cheswick'in sigaralarını geri isterken kullandığı sözler de buna biraz da olsa karşı çıktığını gösteriyor. Sigaralarına başkaları tarafından el konulmuş, canları ne zaman isterse çıkarıp birkaç tane veriyorlar. O da bunun yanlış olduğunu kendince belirtmeye çalıştı. Sonunda da kurulan düzene karşı çıkmanın cezası olarak elektroşoku yedi. Billy anne korkusunun yanında Hemşire Ratched'in kural takıntısıyla öldü, ufak bir tartışmada sesleri kesildi, McMurphy'e lobotomi yapıldı ama bütün bunlara rağmen McMurphy'nin inatçılığıyla bir kişi de olsa oradan uzaklaşmayı başarabildi. Belki Şef'in kaçışını gören diğer hastalar da ileride bu içgüdüyle hareket edebilecekler. McMurphy kendisi için olmasa da diğerleri için bir şeyler başarabilmiş oldu böylece.
Hemşire Ratched ile ilgili de birkaç şey söylemezsem olmaz. Bence bu kadın içinde kötülük olan biri değildi. McMurphy'e karşı kişisel bir kini olabilir belki ama genel olarak hastaların kötülüğünü isteyen biri gibi gelmedi bana. Sadece kendi düşünceleri doğrultusunda çok yanlış kararlar veren biriydi. Hepimizin hayatında da vardır böyle birileri. Okulda falan görmüşsünüzdür böyle öğretmenler. Disiplin uğruna her şeyi yaparlar. Ama onların düşüncesine göre bu yanlış değildir. Sadece insanların bu şekilde daha iyi olabileceğine inanırlar.
Diğer hemşireyi de Lily Allen canlandırıyordu. O da dikkatlerden kaçmadı. :)
13 Şubat 2012 Pazartesi
Schindler's List
http://www.imdb.com/title/tt0108052/
Bu yazı söz konusu film hakkında önemli bilgiler içermektedir. Eğer filmi izlemediyseniz okumayınız ama belki okuyabilirsiniz de.
1993 yılında, Steven Spielberg tarafından çekilmiş, Liam Neeson, Ben Kingsley ve Ralph Fiennes gibi isimlerin rol aldığı, 7 Oscarlı film.
Dönemin şartlarına uygun olabilmesi için film, siyah beyaz çekilmiş. Bence bunun ne bir eksisi ne de bir artısı var. Renkli olsaydı da pek bir şey farkedeceğini sanmıyorum. Yalnız Liam Neeson çok daha karizmatik görünüyor, o bir gerçek. Zaten İsmail Abi deyimiyle 'izlambot' gibi bir adam.
İlk olarak, filmin Yahudi propagandası için yapılmış olduğunu öne sürenlerle başlayalım. Filmde hiç iyi Alman'ın olmaması -Oskar Schindler dışında- gerçekten dikkat çekiyor. Ama bu demek değildir ki, bütün Almanlar kötü gösterilmeye çalışılmış. Ha öyle olsa ne olur? Filmlerin vermek istediği fikirlerden daha çok, vereceği hazzı düşünen biri olarak çok da umurumda olmazdı. Bana göre, böyle olmasının nedeni filmin dram yönünü en üst seviyede tutabilmek. Bununla birlikte Oskar Schindler'in düşüncelerinin gelişimini iyi anlatabilmek için de soykırımın kötü yönlerinin ön planda olması gerekiyordu. Şimdi, Oskar Schindler'e geçelim.
Filmin başında Schindler, II. Dünya Savaşı'ndan ve Yahudilerin toplama kamplarına götürülmesinden yararlanmaya çalışan bir girişimci profili çiziyor. Burada olan biten hiç umurunda değil, sadece kendi parasının peşinden koşuyor. Bu yüzden de zorunlu olarak satılan fabrikayı alıp Yahudilerin boşalttığı eve yerleşiveriyor. Kendisini finanse edecek Yahudilere bile düşük teklifler yaparak kârını en üstte tutmaya çalışıyor. İşte buradan sonra yaşananlar Oskar Schindler'i paragöz fabrikatörlükten alıp vicdan sahibi bir Alman olarak geri getiriyor.
Tek kolu olan işçisinin öldürülmesi, at üstünde şehre bakarken gördükleri, en önemlisi, kırmızı montlu küçük kızın cansız bedeninin el arabasında taşındığını görmesi ve bunun gibi bir çok neden Schindler'in listesinin ortaya çıkmasına neden oluyor. Schindler'in amacı, para kazanmaya çalışmaktan Yahudi kurtarmaya kayıyor. Bunu başardığını düşündüğümüz anda, savaş bittikten sonra, Schindler'in fabrikayı terketmesinin ardından kurtarılan bütün insanları yerde yatarken görmek insanın başından aşağıya kaynar sular döküyor. En azından bana öyle oldu. Öldürüldüklerini düşündükten sonra uyuyor olduklarını farketmek, bir an için gülmeme yol açtı.
İşin ilginç yanı, filmin ilk bir saati bana, dramdan çok eğlenceli gibi geldi. Orada da insanı rahatsız eden görüntüler vardı ancak, sahte belgelerle insanları kalifiye insan gibi göstermeye çalışmaları, bunu yaparken bazılarının hatalarını Stern'in toplamaya çalışması ve 'ne diyor bu liseli?' bakışları, sekreter seçimleri ve Schindler'in karısının 'Eğer insanlar beni diğer kadınlarla karıştırmazsa burada kalırım.' sözü üzerine bir sonraki sahnede kendisinin trende, yola çıkarken görülmesi bende hep ufak gülümsemeler yarattı.
Filmin sonlarına doğru Schindler'in listesindeki kadınların fabrika yerine toplama kamplarına götürülmesi ve kadınların orada duş alması nereden çıktı anlamadım. İşler rüşvetle yürüdüğü için bir yanlışlık yapılıp toplama kampına götürülmeleri normal, olabilir de niye gaz odalarına direkt götürmediler de duşa soktular orası ilginç. Aklıma tek gelen açıklama, başta da bahsettiğim dram yönünü arttırabilmek için seyirciyi heyecanlandırmaya çalışmak olabilir. Bir de, en sonda filmlikten çıkıp belgesele dönen kısım olmasaydı daha iyi olabilirdi. Etkiyi azalttı o bölüm.
Yazının en sonunu ise en sevdiğim sahneye ayırdım. Oskar Schindler'in Amon'a yaptığı güç konuşması. Orada öyle bir güç tanımı yapılmış ki, gerçekten mükemmel. Schindler Amon'a gücün ne olduğunu, daha sonra Amon'da bize insanların kafasının karışabileceğini ama değişmeyeceklerini gösterdi.
Amon: Sen hiç sarhoş olmuyorsun. Bu... bu gerçek kontrol. Kontrol güçtür. Güç budur.
Schindler: Bizden korkmalarının nedeni bu mu?
Amon: Biz öldürme gücüne sahibiz. Bu yüzden bizden korkuyorlar.
Schindler: Bizden korkuyorlar, çünkü biz keyfi olarak öldürme gücüne sahibiz. Suç işleyen bir adamın daha iyi bilmesi gerekir. Birini öldürtürüz ve gayet iyi hissederiz. Ya da kendimiz öldürür, daha da iyi hissederiz. Yine de bu, güç değil. Bu, adalet, güçten farklı. Güç, öldürmek için her türlü gerekçeye sahip olduğumuz halde birini öldürmemektir.
Amon: Sence bu güç mü?
Schindler: İmparatorların sahip oldukları buydu. Bir adam bir şey çalar. İmparatorun önüne getirilir. Kendini yere atar ve affedilmek için yalvarır. Ölmek üzere olduğunu bilir. Ve imparator... onu bağışlar. Bu işe yaramaz adamı... onun gitmesine izin verir.
Amon: Bence sarhoşsun.
Schindler: Güç budur, Amon. Güç... budur.
Bu yazı söz konusu film hakkında önemli bilgiler içermektedir. Eğer filmi izlemediyseniz okumayınız ama belki okuyabilirsiniz de.
1993 yılında, Steven Spielberg tarafından çekilmiş, Liam Neeson, Ben Kingsley ve Ralph Fiennes gibi isimlerin rol aldığı, 7 Oscarlı film.
Dönemin şartlarına uygun olabilmesi için film, siyah beyaz çekilmiş. Bence bunun ne bir eksisi ne de bir artısı var. Renkli olsaydı da pek bir şey farkedeceğini sanmıyorum. Yalnız Liam Neeson çok daha karizmatik görünüyor, o bir gerçek. Zaten İsmail Abi deyimiyle 'izlambot' gibi bir adam.
İlk olarak, filmin Yahudi propagandası için yapılmış olduğunu öne sürenlerle başlayalım. Filmde hiç iyi Alman'ın olmaması -Oskar Schindler dışında- gerçekten dikkat çekiyor. Ama bu demek değildir ki, bütün Almanlar kötü gösterilmeye çalışılmış. Ha öyle olsa ne olur? Filmlerin vermek istediği fikirlerden daha çok, vereceği hazzı düşünen biri olarak çok da umurumda olmazdı. Bana göre, böyle olmasının nedeni filmin dram yönünü en üst seviyede tutabilmek. Bununla birlikte Oskar Schindler'in düşüncelerinin gelişimini iyi anlatabilmek için de soykırımın kötü yönlerinin ön planda olması gerekiyordu. Şimdi, Oskar Schindler'e geçelim.
Filmin başında Schindler, II. Dünya Savaşı'ndan ve Yahudilerin toplama kamplarına götürülmesinden yararlanmaya çalışan bir girişimci profili çiziyor. Burada olan biten hiç umurunda değil, sadece kendi parasının peşinden koşuyor. Bu yüzden de zorunlu olarak satılan fabrikayı alıp Yahudilerin boşalttığı eve yerleşiveriyor. Kendisini finanse edecek Yahudilere bile düşük teklifler yaparak kârını en üstte tutmaya çalışıyor. İşte buradan sonra yaşananlar Oskar Schindler'i paragöz fabrikatörlükten alıp vicdan sahibi bir Alman olarak geri getiriyor.
Tek kolu olan işçisinin öldürülmesi, at üstünde şehre bakarken gördükleri, en önemlisi, kırmızı montlu küçük kızın cansız bedeninin el arabasında taşındığını görmesi ve bunun gibi bir çok neden Schindler'in listesinin ortaya çıkmasına neden oluyor. Schindler'in amacı, para kazanmaya çalışmaktan Yahudi kurtarmaya kayıyor. Bunu başardığını düşündüğümüz anda, savaş bittikten sonra, Schindler'in fabrikayı terketmesinin ardından kurtarılan bütün insanları yerde yatarken görmek insanın başından aşağıya kaynar sular döküyor. En azından bana öyle oldu. Öldürüldüklerini düşündükten sonra uyuyor olduklarını farketmek, bir an için gülmeme yol açtı.
İşin ilginç yanı, filmin ilk bir saati bana, dramdan çok eğlenceli gibi geldi. Orada da insanı rahatsız eden görüntüler vardı ancak, sahte belgelerle insanları kalifiye insan gibi göstermeye çalışmaları, bunu yaparken bazılarının hatalarını Stern'in toplamaya çalışması ve 'ne diyor bu liseli?' bakışları, sekreter seçimleri ve Schindler'in karısının 'Eğer insanlar beni diğer kadınlarla karıştırmazsa burada kalırım.' sözü üzerine bir sonraki sahnede kendisinin trende, yola çıkarken görülmesi bende hep ufak gülümsemeler yarattı.
Filmin sonlarına doğru Schindler'in listesindeki kadınların fabrika yerine toplama kamplarına götürülmesi ve kadınların orada duş alması nereden çıktı anlamadım. İşler rüşvetle yürüdüğü için bir yanlışlık yapılıp toplama kampına götürülmeleri normal, olabilir de niye gaz odalarına direkt götürmediler de duşa soktular orası ilginç. Aklıma tek gelen açıklama, başta da bahsettiğim dram yönünü arttırabilmek için seyirciyi heyecanlandırmaya çalışmak olabilir. Bir de, en sonda filmlikten çıkıp belgesele dönen kısım olmasaydı daha iyi olabilirdi. Etkiyi azalttı o bölüm.
Yazının en sonunu ise en sevdiğim sahneye ayırdım. Oskar Schindler'in Amon'a yaptığı güç konuşması. Orada öyle bir güç tanımı yapılmış ki, gerçekten mükemmel. Schindler Amon'a gücün ne olduğunu, daha sonra Amon'da bize insanların kafasının karışabileceğini ama değişmeyeceklerini gösterdi.
Amon: Sen hiç sarhoş olmuyorsun. Bu... bu gerçek kontrol. Kontrol güçtür. Güç budur.
Schindler: Bizden korkmalarının nedeni bu mu?
Amon: Biz öldürme gücüne sahibiz. Bu yüzden bizden korkuyorlar.
Schindler: Bizden korkuyorlar, çünkü biz keyfi olarak öldürme gücüne sahibiz. Suç işleyen bir adamın daha iyi bilmesi gerekir. Birini öldürtürüz ve gayet iyi hissederiz. Ya da kendimiz öldürür, daha da iyi hissederiz. Yine de bu, güç değil. Bu, adalet, güçten farklı. Güç, öldürmek için her türlü gerekçeye sahip olduğumuz halde birini öldürmemektir.
Amon: Sence bu güç mü?
Schindler: İmparatorların sahip oldukları buydu. Bir adam bir şey çalar. İmparatorun önüne getirilir. Kendini yere atar ve affedilmek için yalvarır. Ölmek üzere olduğunu bilir. Ve imparator... onu bağışlar. Bu işe yaramaz adamı... onun gitmesine izin verir.
Amon: Bence sarhoşsun.
Schindler: Güç budur, Amon. Güç... budur.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)